Kolaj Sanatçısı: Selman Hoşgör
Prodüksiyon: Ceyda Hürcan
CÜNEYT GAZİOĞLU
“Bu röportajdan sonra kano yapmaya gideceğiz bir arkadaşımla”
Cüneyt Gazioğlu bu cümleyi kurduğunda birazdan masmavi sulara açılacak bir koyda veya tatlı tatlı dalgalanan bir gölün yanı başında değildik. Binaların yan yana sıralandığı Nişantaşı’nın o araba ve yaya trafiğinin hiç durmadığı sokaklarından birinde, bir kafede oturuyorduk. “Arkadaşım Terkos Gölü’ne gidelim diyor ama ben böyle bir günde Riva taraflarının daha keyifli olacağını düşünüyorum; lodos esiyor” diye anlatmaya devam ettiğinde İstanbul’un içiyle sınırlanmış algılarımızı biraz zorlasa da, pek çoklarının imreneceği, doğa ile içiçe bir hayat tarzını burada gönlünce kurmuş olduğunu fark ediyoruz. Ve evet, biraz da imreniyoruz.
Spor, çocukluk yıllarından bu yana hep hayatının bir parçası olmuş. Altı yaşındayken yüzmeyle başlamış spora. “Yedi yıl boyunca her gün, sabah ve akşam, yüzme antrenmanlarına gittim” diye anlatıyor. Milli takıma kadar yükselmiş ama bu yoğun tempo çocukluk yıllarında kendisine yorucu gelmeye başladığı ve bir yerde kapalı kalmaktansa biraz da yüzünü doğaya dönmek istediği için yüzmeyi bırakıyor; rüzgar sörfü yapmaya başlıyor.
Doğaya hep âşık olsa da doğa sporlarına kalbini kaptırması 2000 yılında, 30 yaşındayken katıldığı Camel Trophy elemelerinde gerçekleşiyor. “Hayatımın dönüm noktası” diyor Camel Trophy için. “40 bin kişi katılmıştık. Sekiz ayrı elemeden geçtik ve sonunda 10 kişi kaldık.” Güney Afrika’ya uzanan bu 15 günlük elemelerde fark ediyor ki hayatı boyunca hep rüzgar sörfü, yelken gibi doğadan güç alan sporlarla haşır neşir olmuş ama doğa sporlarına dair öğrenmesi gereken daha çok şey var. İlk kıvılcımlar da orada çakıyor. “Bazı insanlar kariyerinde yükselmek ya da çok para kazanmak, ev almak için planlar yapar. Ben ise o andan itibaren bir karar verdim ve doğa ile sporun öncelikli olduğu bir hayat tarzı sürmeye başladım. Bulduğum her boş vakti doğada geçirecektim.”
Gerçekten de dediğini yapıyor. Mesela cuma akşamları iş çıkışı, arkadaşlarıyla birlikte dağa çıkıyor ancak pazartesi sabahı işe gitmek için dönüyor. “Ofis hayatı devam ederken çok zordu tabii, pazartesileri bazı toplantılarda uyuyakaldığım olurdu” diyor. Her ne kadar doğa ve spor onu zihnen dinlendirse de fiziksel yorgunluk bir yerde kendini gösteriyor tabii.
ABD’de finans eğitimi alan Cüneyt Gazioğlu, iş hayatına da orada başlıyor. Sonrasında ise Türkiye’ye dönüyor ve Osmanlı Bankası’nda çalışmaya devam ediyor birkaç yıl boyunca. Camel Trophy zamanında gelen o idrak ânı, bambaşka konularda da aydınlanmasını sağlıyor: “O kadar senelik üniversite eğitimi ve bankacılık deneyiminden sonra anladım ki aslında yapmamam gereken bir numaralı iş bankacılık ve finansmış. Hem o zamanlar bir de kriz yıllarıydı…”
Bu zoraki ilişkiyi bitirmeye karar veriyor ve hem işi hem İstanbul’u bırakıp Turunç’a yerleşiyor. Orada spor organizasyonları yapan bir şirket kuruyor. Kano, bisiklet, kanyon ve yürüyüş turları yaparak günde 11-12 saat boyunca doğada kalacakları etkinlikler düzenlemeye başlıyorlar. Bir noktadan sonra, bu düzenlediği turlar kulaktan kulağa yayılınca yolları doğa sporlarına sevdalı büyük şirketlerle kesişiyor ve onların bünyesinde etkinlik yönetimi yapmaya başlıyor. Yani doğa sporları profesyonel olarak da hayatının bir parçası haline geliyor. Büyük şirketlerdeki pozisyonlarının ardından kendi organizasyon şirketini kurmuş Cüneyt Gazioğlu; bu markasıyla birlikte açık hava etkinlikleri ve yarışmalar düzenlemeye devam ediyor.
“Doğaya karşı değil, doğayla beraber olmayı seviyorum ben” diyor, 50 yaşındaki Gazioğlu. (Yaşının bizzat altını çizmek isteriz çünkü bizce 35’ten fazla görünmüyor; 50 yaşındayım dediğinde, “Buradan sonra kano yapmaya gideceğim” dediği andakine benzer sürreal hislere kapılıyoruz zaten.) O yüzden mevsim şartları hangi spor için uygunsa o an onunla haşır neşir oluyor. Geçiş sezonlarında bisiklet, yazın kano ve rüzgar sörfü, kışın da hep dağlarda… “Elbette ekstrem noktalara varıyoruz ama risk alacağımız hiçbir hamle yapmıyorum. Çünkü bunu bir hayat tarzı haline getirmişseniz, uzun vadeli olmasını istersiniz. Limitlerinizi bilmelisiniz ve sizi türlü tehlikelerle karşı karşıya getirecek risklerden de kaçınmalısınız. Yoksa sonunda yaralanmalar ve hatta ölüm bile olabilir.”
“Doğaya karşı gelemezsin. Geldiğini zannedersin ama doğa seni ezer” diye anlatmaya devam ediyor. Ona göre çarpık şehir hayatı, doğayı gözümüzde korkunç bir şeye dönüştürüyor. Onu alt etmemiz gerektiği yanılgısına da bu yüzden kapılıyoruz. Oysa bizim ait olduğumuz yer, doğa.
“Benim en çok zevk aldığım şey, İstanbul gibi bir şehirde bile doğa sporlarının yapılabileceğini göstermek” diyor; Instagram’da Akdeniz koylarından birinde çekilmiş gibi görünen bir fotoğrafının aslında Şile’de çekildiğini açıklarken. “Evet, İstanbul çok kalabalık ve elverişsiz bir şehir ama çevresi çok güzel, ormanlarımız var hâlâ; henüz tamamen betonlaştıramadıkları denizimiz var.”
Doğaya olan aşkını, büyük bir disiplinle (beslenmesinden fiziksel kondisyonuna kadar) hayat tarzına dönüştüren bu adamın enerjisi bize de bulaşıyor; bisiklete binip kuzey ormanlarına doğru yola çıkmamız, kendimizi en yakın yerden Boğaz’da yüzmeye bırakmamız an meselesi. Sahiden, onunla aynı İstanbul’da mı yaşıyoruz biz yahu?
MURAT YAZICI
Kendinden değil, düşüncelerinden bahsetmeyi seven biri Murat Yazıcı. Motosikletin de, kendi içinde çıktığı keşif yolculuğunun bir aracı olduğunu fark ediyoruz bir noktadan sonra. Röportajın ta en başında söylediği gibi, bu sporun düşünce boyutu onun için önemli olan.
Ama biz yine de lafı döndürüp kendisinden bahsedelim biraz. 1979 yılında Ordu’da doğmuş Murat Yazıcı. Karadenizli olması, doğayı sevmesinde bir etken değil ama. “Çok içinde olunca doğa sevgisini idrak edemiyorsunuz. Bu açıdan doğayı sevmek ya da doğa bilinciyle büyümek bir ayrıcalık” diyor. Kariyerini inşaat sektöründe ilerletmiş olsa da 15 yıl önce her şeyi bırakıp hayatında yeni bir pencere açıyor. Bu tabii ki üzerine çokça düşündüğü bir karar: çarkın dişlisi olmaya karşı koyuyor çünkü dişlilerin arasında yorulduğumuz kadar, birbirimizi de yorduğumuzu fark ediyor. Sistemin kurallarını takip etmektense kendi yolunu çizmeye başlıyor. Bunun için de “toplumun doğumumdan itibaren bana yüklediği bazı değerleri bıraktım” diye anlatıyor.
“Çocukluğumuzda bize zorunluymuş gibi benimsetilen şeyleri uygulamaktan vazgeçip hayatımın geri kalanını dağda bayırda geçirmeye başladım.”
Off-road dünyasındaki bütün araçları denemiş ve hepsinde de bir şekilde profesyonel olarak yarışmış ama en sonunda motosiklette karar kılmış Murat Yazıcı. 12 yıldır da motosiklet eğitmenliği, koçluk ve tour guide’lık yapıyor. “Çok farklı karakterlere ve hayat tarzlarına sahip insanlara kendi ideolojimi iletebilmenin bir yolu olarak görüyorum bu sporu” diyor. Geçtiğimiz yıla kadar yarışlara katılmaya devam etmiş ama elini kırdıktan sonra yarış hayatı da son bulmuş. Yanlış anlaşılmasın; sağlık nedenleri değil, yarışmayı bırakmasının ardında yatan… “Kendime bir sözüm vardı, ‘bir yerimi kırdığım zaman bırakacağım’ demiştim. 12 yılın ardından sağ elimi kırınca, ‘bu geldiğim son noktadır’ dedim ve bıraktım.” 12 yıla yayılan yarış hayatı boyunca hem ulusal hem de uluslararası pek çok organizasyona katılarak şampiyonluklar ve dereceler elde etmiş olsa da onun için asıl önemli olan, özellikle vurguladığı üzere, bu süreçte tanıştığı insanların ona kattıkları.
Yarışlar ve eğitmenlik derken bir hayalini daha gerçekleştiriyor. “Ben” yerine “biz” demeyi tercih ettiği için bir yarış takımı kurmayı ve yarışçılar yetiştirmeyi hedefleyerek yola çıkıyor. Şimdilerde artık 10-12 kişiye ulaşan bir takımla çalışıyor ve lise dönemi öğrencilerinden seçilmiş bu gençlerle birlikte yarışlara katılarak insanlara off-road’u sevdirmeye devam ediyor.
Takımla birlikte bizzat doğanın içinde, doğaya karşı korumacı bir tavır geliştirerek çalışmalarını gerçekleştiriyorlar. Mesela ekipçe Belgrad Ormanları’na gidip çöpleri topluyorlar. Ayrıca hayvanlara karşı da saygılı davranmaya özen gösteriyorlar. Eğitimlerini kapalı bir parkurda yapıyorlar. Civardaki hayvanları ürkütmemek adına belirli bir alanda kalıyorlar ve kendi parkurlarını var ederek antrenmanlarını sürdürüyorlar.
“Doğayla mücadele edemezsin, doğaya ancak uyum sağlarsın. Haddimiz değil bir kere…” Motosikleti de doğada olmak için bir araç olarak kullanıyor. “Motosiklet kullanmak için doğaya kaçmıyorum.”
Farkındalık ve empati onun için şehir içinde de önemli iki unsur. Özellikle bu farkındalık trafikteyken daha da büyük bir önem kazanıyor. Otomobil sürücüsü motosikletlinin, motosikletli de otomobil sürücüsünün farkında olmalı her daim. Evet, kask takmak güvenli sürüş için çok önemli olsa da ‘‘bu sadece kişiyi ilgilendirir’’ diyor. Çünkü başkalarının da güvenliği söz konusu olduğunda sadece kask takmak yeterli değil. ‘‘Hız limiti trafikte otomobillere göre daha düşük ama bunu kimse ciddiye almıyor. Ekipmanlar tam olunca tüm önlemleri aldıklarını, yenilmez olduklarını düşünüyorlar. Bir motosikletli, içinde puset olan bir arabaya çarparsa o çocuğu öldürür; bunun farkına varmalı.’’ Kasklara takılan GoPro’ların da farklı amaçlarla kullanılmaya başladığını belirtiyor bir de. “YouTuber olmak ve ilginç görüntüler kaydedebilmek adına şoförleri taciz edenler de olabiliyor. Sonra da ‘kadın şoför nasıl çıldırdı’ gibi başlıklarla YouTube’a yükleyip tıklanma peşine düşüyorlar. Burada bir tür ayrımcılık başlıyor çünkü ‘motosikletçi’yim dendiğinde sanki bazı statü ve haklara sahip olduklarını düşünüyorlar. Oysa motosikletin bir araç olduğu unutulmamalı trafikteyken.”
Murat Yazıcı’ya göre her şeyin bir kuralı var. Ekstrem sporlar dendiğinde ‘köprüden önce son çıkış’ gibisinden gözü kara bir algı olsa da kişinin kendi kendini yönetebilmesi, çok antrenman yapması ve deneyimlemesi gerekiyor. Anlık denemeler ve hırslar riskleri de beraberinde getiriyor çünkü. Hırslardan uzak olmak yarışlar sırasında da geçerli onun için. Hatta takımı ve gençlerle birlikte yakında bunun için bazı çalışmalara başlayacaklar. “Yarışmayı hırsa çevirmemeyi öğretiyorum” diyor. Kendi içsel yolculuğunda ona farklı yollar gösteren motosikleti, başkalarının da hayatına aynı şekilde dahil etmek için daha çok işe imza atacak belli ki.
BABÜR VATANSEVER
“Kaykay benim için yaşamın bir parçası. Bana adrenalin pompalamıyor açıkçası. Benim gezilerimi, maceralarımı daha keyifli hızlı ve eğlenceli hale getiriyor. Ama snowboard bambaşka… Gerçekten vahşi bir yamaçtan aşağıya kendinizi bırakıp da arkasının ne olacağını bilmediğiniz ve umrunuzda da olmadığı bir sürüş! Beni ben yapan duygu budur diyebilirim.”
Bursa’da doğmuş, Uludağ’ın hemen yanı başında büyümüş birinin küçük yaşlardan kayağa başlaması kimseyi şaşırtmamalı herhalde… Babür Vatansever, ailesi de yaptığı için ilkokul çağlarında başlamış kayağa ve o günlerden beri tüm hayatını outdoor sporlarla uğraşarak doğada ve macera içinde geçirmiş. Kaykayla olan ilişkisi ise daha da eski…
“İlk olarak kaykay ile tanıştım. 80’li yıllarda kaykayı sadece Almanya ya da benzer ülkelerden gelen arkadaşlarımızda görüyorduk; malzeme temin etmekte ve hareketleri öğrenmekte büyük sorun yaşıyorduk. Kaykay ülkemizde serseri sporu olarak görülürdü. İşte, tam da bu zamanlarda hayatıma girdi bu spor.”
Büyük güçlüklerle ediniyor ilk kaykayını. Malzemeler yurt dışından geldiği için o dönem inanılmaz pahalı. “Benim için otomobil almak gibi uçuk bir hayaldi” diyor. O yıllarda kredi kartı da olmadığı için ilk kaykayını 10 taksite bölünmüş senet karşılığında alabiliyor. Bu önüne geçilemez sevda da böylece hız kazanıyor.
“Kaykayın o kadar değişik bir tatmin duygusu var ki, insan yerini dolduracak alternatif tatlar arıyor. Tam da o dönemlerde kayağa Uludağ’a gidiyorduk. Kayak yapıyordum ve becerikli olsam da aradığımın tam olarak bu olmadığını hissediyordum. Sonra TRT 3’te çılgın sporların yayınlandığı bir program izlerken üç kayakçının yanında garip bir tip gördüm: Snowboard yapıyordu!”
Sonrasında araştırmalar, soruşturmalar… İlk kaykayı gibi yine büyük zorlukların ardından ikinci el Burton marka snowboard seti, Quiksilver pantolon ve eldiven buluyor. Ve söylediği gibi, hayat onun için o zaman başlıyor.
Aslında yaptığı tüm sporlar tahta sporlarının türevleri şeklinde ve birbirini takip eder nitelikte. Kaykay onu snowboard’a yönlendiriyor; bu sporlardan zevk alınca ve seyahatler başlayınca da wakeboard’a ilgi duyuyor. “Türkiye’ye kitesurf’ü getirenler, snowboard’dan tanıdığım arkadaşlarım, onlar aracılığıyla ben de denedim. İlk zamanlardaki yetersiz teknoloji ve bu spor henüz çok yeni ve deneysel olduğu için pek hoşlanmamıştım başlarken. Sonra Fransa’nın okyanus tarafında dalga sörfü ile tanıştım. Bu da benim için kilometre taşlarından birisi oldu. Doğanın gücünü daha iyi anlamaya ve ona saygı duymaya başladım. Zira üç metrelik dalga kafanıza kapaklanınca doğa bunu size kibar olmadan izah ediyor.” Motor sporları ile de yolu kesişiyor. Alakasız gibi görünse de bunun sebebi de yine snowboard aslında. “Yeni yerler keşfetme ve el değmemiş yerlere gitme arzumla beraber bir kar motoru aldım. ‘Bir doğa sporcusunun 2 zamanlı 160 beygirlik benzinli bir aletle ne işi var’ demeyin. Bu bir tezat, biliyorum ama ben bu aleti ata biner gibi çıkılamayan zirvelere, tesis bulunmayan dağlara gitmek için kullandım ve arabamın arkasında Kars, Sivas, Toroslar, Rize’nin dağlarına taşıyarak kayılmamış yerlerde bile kayma imkanı buldum.”
Adrenalin sporları = tehlike denklemini o farklı bir yerden yorumluyor. “Tehlike ve sağlık riski tüm sporların içinde mevcut. Bununla barışık olmak lazım. Türkiye’de en çok sakatlık, halı sahalarda yaşanıyor mesela.” Kendisi gibi ekstrem spor tutkunlarının en büyük motivasyonu alınan hazlar olsa da tedbiri elden bırakmamak gerektiğini de ekliyor. “Bizde doğa ile spesifik bir mücadele yaşandığından teknik ekipman çok çok önemli. Doğru ekipman hayat kurtarır.” İkinci üzerinde durduğu nokta ise bulunan coğrafyaya hâkim olmak ve doğru bilgiler edinmek. Çığ, beklenmeyen hava hareketleri, girdap ve su akıntıları hayatın akışını değiştirebilecek unsurlar neticede. “Ben şahsen sakin kalmaya ve mantıklı olanı düşünmeye çalışarak tehlike ile mücadele etmeye çalışıyorum. Panikle hareket etmem ve çevremdekilerin de bu duruma düşmesine müsade etmemeye çalışırım. Panik, doğada çok daha tehlike yaşanmasına sebep olabilir.”
Ailesi de Babür Vatansever’in bu enerjisi yüksek hayatını paylaşıyor. Beş yaşındaki kızının da bu sporlarla iç içe olduğunu Instagram hesabındaki paylaşımlarından biliyoruz. Hatta söylediğine göre kızı bu sporları doğal ve sıradan sanıyor. ‘‘Annesi milli kayakçı olduğu için kızım iki senedir kayak yapıyor. Tabii ki snowboard da yaptırıyorum. Rüzgar sörfüne başladı ufak ufak… Bodrum’da markete kaykayla gideriz mesela; bacaklarımın arasına alıp kaydırıyorum onu. Ama en çok teknede bulundu. İlk adımlarını teknede attı. 3500 deniz mili var küçük kızımın. Tüm bunların dışında, her ne kadar bizim sayemizde bu sporlarla iç içe olsa da bu bizim için bir proje değil. İnsanlar mutlu olduklarını yapmalı; yapması gerektiğini düşündüğü şeyleri değil. Bu mutsuz ama başarılı insanlar yaratır sadece. Ben başarız ama mutlu olmayı tercih ederdim mesela.’’
Ama tabii başka projeleri var Babür Vatansever’in. Denizde çok vakit geçiriyor ve uğradığı ıssız adalarda veya koylarda çöp görmeye tahammül edemiyor. ‘‘Bu yaz birkaç gönüllü ile beraber jet ski, kano, kayık ne varsa, bir filo kurup Gökova körfezini temizlemek gibi ekstrem bir projem var’’ diyor ve ekliyor, ‘‘bizde proje bitmez; durmadan yeni bir macera, yeni bir konu… Biz de bunu kovalıyoruz galiba, arıyoruz.’’
ÖMER GÜRSOY
“Ekstrem” dendiğinde aklınıza gelecek neredeyse tüm sporlarla yolu kesişmiş biri var karşınızda. Ömer Gürsoy için araçlar değişmiş olsa da amaç hep aynı kalmış: Son noktayı görmek!
Aslında ekstrem noktalara ulaşmak aileden gelen bir tutku sayılabilir Ömer Gürsoy için. “Biz çocukken babam Antalya’da falezlerden atlardı; ta 20 metre yükseklikten! Onun çılgınlıklarını göre göre başladı benim merakım da.” İlk yaptığı spor da su kayağı; üç- dört yaşlarındayken ailecek çıktıkları tekne tatillerinde başlamış ona da. “Yazın suda, kışın dağdaydık. Tüm bunların benim için bir tutku halini alması ise üniversite zamanlarına doğru oldu.” O adrenalin tutkusu aklına düşünce önce su kayağında sınırlarını zorlamaya başlamış: su sporlarını çıplak ayakla yapmaya koyulmuş, “barefoot, yani kayaksız”. Üniversite eğitimi için Florida, ABD’ye gittiğinde ise önünde yeni imkanlar açılmış. “Su sporları konusunda dünyada en gelişmiş yerlerden biri Florida. Kanallarla, plajlarla çevrili bir yer... Çıplakayak su kayağı yapma konusunda kendimi geliştirdim ve bu alandaki şampiyonlardan dersler aldım.” Üç-dört senelik bir sürenin sonunda su sporlarında ileri bir seviyeye geliyor. “Elle kaymayı bile öğrendim!”
Üniversiteyi tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönüyor, askerliğini yapıyor. Şansına, profesyonel hayatta da sporla iç içe olma fırsatı yakalıyor. Yöneticilerinden olduğu Birlik Medya kapsamında bir kayak merkezinin reklam haklarını alıyorlar ve yılın 80 günü kendini dağlarda, kayarken buluyor.
Bu noktada motosikleti de keşfediyor. Ama onda da ulaşabileceği son noktayı görmek için sınırlarını zorlamaktan kaçınmıyor. “Her sporu en üst seviyede yapmaya çalıştım, sanki dünya şampiyonluğuna ulaşmaya çalışıyormuşum gibi bir hırsla...” Motosiklet üstünde de saatte 300 kilometre hızı gördüğü oluyor. “Eğer adrenalin peşindeysen, hız seni kendine çekiyor bir noktadan sonra. Ne kadar efendi olursan ol, uslu duramıyorsun. Ama riskli tabii, motosiklet kendinden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı tehlikelere yol açabilen bir spor aslında. Ne kadar iyi olursan ol. Özellikle Türkiye şartlarında...”
Onun adrenalinle olan bu yakın ilişkisini gören bir dostu aklını çelecek o teklifi yapıyor: “Gel abi seni uçaktan atlatalım.” Kararını hızlı veriyor. Efes, Selçuk’ta Türk Hava Kurumu bünyesinde verilen paraşütçülük kursuna yazılıyor. Üç gün eğitim alıyor, dördüncü günü ilk atlayışını gerçekleştiriyor. “O gün motosikleti bıraktım, aradığım adrenalini bulmuştum.”
Dört sene boyunca 425 atlayış yapıyor. ABD’de yaptığı 425’inci atlayış ise bu sevdaya bir son vermesini gerektiriyor. 2014 yılında, yaklaşık 35 metre yükseklikten saatte 80 metre hızla yere çarpıyor. Dediği şekilde, “tokat gibi”. Normalde ölümle sonuçlanabilecek bir kaza ama Ömer
Gürsoy kurtuluyor. Uzun ve yoğun bir tedavi süreci geçiriyor. “Ondan sonra sakinleştim. Şimdilerde benim için en büyük adrenalin evlilik” diyor gülerek.
“Daha fazla ne yapabilirim, acaba limitlerimi zorlarsam ne olur diye düşünerek ilerlemek, riskleri de beraberinde getiriyor. Anlık bir hata bütün hayata mal olacak kazalara yol açabiliyor. Ben de o gün bir an doğru muhakeme yapamadım, ‘bu taklayı atarım’ dedim ve bu son kararla birlikte inişi gerçekleştiremedim.”
Yine de aynı heyecanla anlatıyor havadaki hislerini. “Çok acayip bir his. Vücut endorfin salgılıyor, hiçbir şey düşünmüyorsun. Hatta ilk atlayışta bir tür bilinç kaybı yaşıyorsun heyecandan, kendinden geçiyorsun.”
Gözlerindeki ışıltıyı görünce o soruyu sormak şart oluyor: Tekrar yapar mıydı?
“Yapardım.”
POYZN - DENİZ ÇAĞLAR
Dört tarafı denizlerle çevrili bir şehirde denize girmeyi günlük hayatın bir parçası haline getirememek garip bir mahrumiyet hissini de beraberinde getiriyor. Tabii bu his sıradan insanlar için.. Poyzn gibilerse, İstanbul’da denize girmekle kalmayıp Kilyos sahillerinden açılarak sörf bile yapıyor. Hatta Poyzn, “suya girmediğim günlerde vücudum karıncalanıyor” diyecek kadar bu işi ileriye götürüyor.
Asıl adı Mustafa Deniz Çağlar olsa da ekstrem spor aleminde Poyzn lakabıyla tanınıyor. 14 yaşında paten ve kaykayla başlıyor bu sporlarla ilişkisine ama aslında snowboard’a ve sörfe olan sevdası onu kaykaya yönlendiriyor. Biraz da tesadüfler…
İsveç’ten ziyarete gelen kuzenini elinde kaykayla görünce bir an vurulur gibi oluyor. Geleceğe Dönüş filmindeki uçan kaykayı hayranlıkla izlemiş bir çocuktan bahsediyoruz neticede; filmlerde görüp hayranlık duyduğu o şeyi somut bir şekilde karşısında görmek onu çok etkiliyor. Türkiye’de nereden ve nasıl kaykay bulurum diye koyu bir araştırmaya koyulmuşken, İsveç’ten akrabaları kendisine bir kaykay yolluyor ve macera başlıyor. “Her gün kaymaya başladım. O zamanlar Beşiktaş’ta kimse yoktu. Çarşı’nın çocukları bizi garipserdi hatta kovalarlardı oradan. Şimdilerde Beşiktaş bir kaykay spotuna dönüştü. Avrupa’daki en önemli kaykay spotlarından biri. Yurtdışından bile buraya kaymaya geliyorlar. Hatta Fransızlar çok seviyor burayı.’’
İstanbul’da mağazaların artmasıyla birlikte ekipman bulmak da kolaylaşıyor. Snowboard da kayak tatilcilerinin artan ilgisiyle popülerleşiyor. Poyzn’ın hayatına da giriyor tabii. Sörfe doğru yönelmeye karar verdiğinde ise Türkiye’de, hele hele İstanbul’da bu sporu yapmanın imkansız olduğunu düşünüyor. “Sörf Türkiye için bir Kaliforniya rüyası derdim” diye ekliyor. Ama bir gün yolları Kilyos’ta Surf School İstanbul’u kuran Hakan Ozan’la kesişiyor. “Hakan’ın tahta üzerinde ayağa kalkıp suda gittiği bir ânı gördüm; o an ben de başlamaya karar verdim artık” diyor. Hakan’ın da eskiden kaykaycı olduğunu öğreniyor, ortak arkadaşlar aracılığıyla tanışıklıklarını ilerletiyorlar ve sörfteki ilk denemelerini yapmak için Kilyos’a, Surf School İstanbul’a gidiyor. Kısa zamanda sörf bir tutku haline geliyor onun için. Evet, suya girmediğinde vücudunun karıncalandığını hissedecek kadar.
Elbette Kilyos’ta, okyanustaki gibi büyük dalgalar yok; öyle ayağa kalkıp afili hareketler yapmanızı sağlayacak cinsten. Ama Karadeniz’de tek başına kalıp mücadele etmenin hissi de bambaşka onun için. “Şehrin kalabalığından uzaklaşıp suyun içerisinde tek başıma kalmak ve dalgalarla mücadele etmek bana inanılmaz bir huzur veriyor.”
Kaykay, snowboard, sörf… Poyzn’ın yaptığı bütün sporlar bireysel aslında. Kendi başına mücadele edebildiği sporlar… Bu da hayattaki duruşunu pekiştiriyor: “Bunları becerebildiğime göre hayatta yalnız başıma ayakta kalabileceğimi biliyorum” diyor ve bunun bir disiplin olduğunun da altını çiziyor. Bunda kaykayın ona kattıklarının da payı büyük. “Çocukluktan itibaren hem mücadele etmeyi öğreniyorsunuz hem de kültür-sanat tarafında kendinizi geliştiriyorsunuz. Çünkü kaykay bir kültürün, yaşam biçiminin bir parçası. Kaykay üzerindeki desenlerden dinlenen müziğe kadar çok kapsamlı bir gelenek var aslında. Eğer kaykayla ilgileniyorsanız kendinizi kültürel anlamda da geliştiriyorsunuz. Birbirinden bağımsız düşünebileceğiniz şeyler değil bunlar.”
Burada gülerek bir parantez açıyor. Mesela, kaykaycıların giydiği skinny pantolonlar ilk zamanlarda çevredekilerin büyük alay konusu olsa da günümüzde artık her yerde görebiliyorsunuz.” Büyük markaların başköşeye yerleştirdiği ugly sneaker’lar da önce kaykaycılardan çıkıyor. Sokak modasının lüks modaevlerinin eline geçmesi de ayrı bir hikaye… Gençlerin, aynı hayat tarzına sahip olamasalar bile bu özgürlüğüne düşkün kültüre özenmelerine bağlıyor konuyu. Şehir ritminin yıkılmaya başlaması ve beyaz yakalıların da yüzünü doğaya dönmesi ise bambaşka bir konu…
Risk ile arasının nasıl olduğunu soruyoruz. “Bu tamamen size bağlı bir konu” diyor. “Bir andan sonra dümdüz kaymaktan sıkılabiliyorsunuz. ‘Şimdi bu tümsekten atlayayım, şuradan takla atayım’ derken buluyorsunuz kendini. Rahat batıyor belki de… Heyecan sizi çağırmaya başlıyor.” 40 yaşın getirdiği bir tür olgunluk var tabii üzerinde. Bazen riskli bir hareket yapmaya heveslendiğimde, “yarın iş var, başına bela açma” diye hatırlatıyor kendine. Ama bazen de inadı tutuyor, kendini ne kadar yukarı taşıyabileceğini görmek istiyor. Yaralanmaların olduğu bazı kazalar geçirse de yine yeniden zorluyor kendini. ‘Ben niye kırdım şimdi kürek kemiğimi’ deyip aynı hareketi tekrar deniyorum, bu sefer başarabilmek için.”
“Snowboard’dan korkmuyorum ama sörften korkuyorum, dalgaların küçük olmasına rağmen. Hele Karadeniz çok tehlikeli. Üstelik topluca denize açılsanız bile bir süre sonra herkes kendi dalgasında olduğu için yalnız kalıyorsunuz” diyor. Diyor ama, yine en yakın zamanda kendini o korkutucu olabilen yalnızlığa bırakmak için fırsat kolluyor. Adrenalin bu tabii, bünyeyi ele geçiriyor.