1960’larda, İngiltere’nin taşra bölgelerinden bir grup beyaz delikanlı, çok sevdikleri ve okyanus ötesindeki siyah müzisyenler tarafından yapılan blues müziğini taklit etmeye çalışan bir grup kurdu. Kulağa pek havalı gelmiyor, değil mi? Neyse ki herkes için, bir noktada 20. yüzyıl müziğinin en etkileyici ve tanımlayıcı sound’larından birine ulaştılar.
Mick Jagger, Keith Richards – ve 1975’ten itibaren Ronnie Wood – o zamandan beri neredeyse durmaksızın yola devam ediyor ve ortaya, kolektif haliyle bugün rock ‘n’ roll dediğimiz şeyin tanımını oluşturabilecek nitelikte bir diskografi koydular. Bu diskografiden en iyilerini seçmek ve sıralamak büyük bir iş – ama biz baskı altında gelişiriz. İşte The Rolling Stones’un en iyi on albümünden bazıları...
Birisi bana bir keresinde, her sigara içtiğinde ömründen bir dakikanın eksilip Keith Richards’a gittiğini söylemişti. Stones’un kariyerinin ilerleyen dönemlerindeki albümlerinin kalitesini bu biraz açıklıyor olabilir – çünkü bu albüm, 60’larda yaptıkları işlerin enerjisini taşıyor, üstüne bir de “Everybody Knows About My Good Thing” gibi şarkılarda kendini gösteren bir olgunluk ekleniyor. Sadece üç günde kaydedilmiş bir cover albüm bu; yani “bu albüme gerçekten kafa yormuşlar” dedirtmiyor belki, ama “Commit a Crime” gibi parçalar, Stones’un iyi yaptığı her şeyi içinde barındırıyor – sağlam bir riff, Jagger’ın sesinin tembelce uzayan ünlülerin üzerinden kayıp giderken bir ünsüzün köşesinden kıvrılıp dönmesi, Woods ve Watts’ın da her şeyi durdurulamaz bir ritme ustalıkla yedirmesi. Kısacası, güzel işti çocuklar.
Açılış parçası “Dancing With Mr D”yi dinlediğinizde, daha sıkı, daha vurucu bir Stones sound’u sizi bekliyor gibi hissedersiniz ve bunun iyi mi kötü mü olduğuna dair düşüncelere kapılırsınız. Ama sonunda ne iyi ne de kötü olduğu ortaya çıkar, çünkü albüm kısa sürede, grubun bazı üyelerinin kariyerlerinin bu aşamasında içine sürüklendiği uyuşturucu sisini yansıtır gibi ağır, yapışkan bir çamura dönüşür. Bu albüm, olağanüstü bir serinin sonunu işaret eder ve o serinin parçası sayılıp sayılmaması gerektiği tartışmaya açıktır. Ancak “Dancing With Mr D”, Chuck Berryvari (hatta onlar için bile) “Star Star” ve büyüleyici şekilde hüsran dolu “Doo Doo Doo Doo Doo (Heartbreaker)” gibi parçalar, grubun tartışmasız kalitesinin son derece keyifli yansımalarıdır.
Rolling Stones için oldukça sallantılı bir başlangıçtı belki, ama üçüncü albümleriyle birlikte insanlar gerçekten kulak kabartmaya başladı – ki “(I Can’t Get No) Satisfaction” gibi bir riff’le bunu yapmamaları mümkün değildi. Bir de inatla kendini tekrar etmesine rağmen bir şekilde hipnotize eden “It’s Alright” ve “The Under Assistant West Coast Promotion Man” gibi coşkulu parçalar var ki, bu şarkılar blues müziğin klasikleriyle olan takıntılarından ne kadar şey öğrendiklerinin şimdiye kadarki en güçlü kanıtlarından. 1965’te bu albümü dinledikten sonra “bunlardan bir şey olur” derdiniz, hem de çok haklı olarak.
Bu albümden tanıyacağınız parça büyük ihtimalle “Start Me Up” olacaktır – eğlenceli bir parça, kabul, ama Tattoo You bundan çok daha fazlasını sunuyor. Mesela koroyla desteklenen punk patlaması “Hang Fire”, kendinden emin “Black Limousine” ya da falsetto dokunuşlarıyla dikkat çeken “Worried About You” gibi şarkılara bir bakın. Albümden önce gelen birkaç disko, funk ve o dönem ne modaysa ona göz kırpan denemeden sonra, bu albüm – içinde yer yer biraz uyumsuz işler olsa da – onların en iyi yaptığı şeye, hatta yarattıkları şeye, yani kimsenin onlar gibi yapamadığı blues esintili rock ‘n’ roll’a bir dönüştü.
“Paint It, Black”teki o tehditkâr flamenko havası… “Under My Thumb”da çelesta eşliğinde parlayan küçük gitar anlarıyla hafif rahatsız edici sözler… Ve “Going Home”un güneşli ama hüzünlü yakarışı… Bu albüm tam bir karşıtlıklar bütünü; sizi kandırmaya çalışan bir müzik hissi yaratıyor ve bunu yaparken, etkilerini nasıl yöneteceklerini çok iyi bilen bir grubun hakimiyetini ortaya koyuyor. Bu albüm, grubun önceki albümlerindeki coşkulu enerjiden, ondan sonra gelecek ustalık dolu işlere geçiş sürecine denk geliyor. O zirvelere tam olarak ulaşmasa da, o yolda fazlasıyla değerli bir basamak niteliğinde.
Zamanında, kendinden önceki albüm kadar hayal kırıklığı yaratmadığı için eleştirmenleri şaşırtmasından ötürü belki biraz geri planda kalmış olsa da, Some Girls son yıllarda tekrar değerlendirildi ve sadece “korkulduğu kadar kötü değil”in çok ötesinde bir albüm olduğu anlaşıldı. “Before They Make Me Run” ve “Beast of Burden” burada özellikle dikkat çeken parçalar; Richards’ın gitarıyla Ronnie Wood’un bas gitarı arasında kurduğu ilişkinin en güzel örneklerinden. Aynı zamanda, bir Stones albümünde her zaman rastlanmayan – özellikle bu albümden önceki yıllarda pek de garantisi olmayan – bir bütünlük hissini de taşıyorlar. Gerçek bir ekip çalışması havası var.
İşte şimdi işin gerçekten iyi kısmına geldik. “Gimmie Shelter” bu albümde yer alıyor, hem de – kusursuz işlenmiş bir gerilim ve denge hissiyle. Sonra o düşük kaliteli kaydedilmiş kemanla ev sıcaklığını taşıyan “Country Honk”, delilik saçan albümle aynı adı taşıyan parça ve elbette “You Can’t Always Get What You Want”ın o ciddi cüretkârlığı – koro, sessizlik, akustik dokunuşlar ve sonra yavaş yavaş yükselerek rock ‘n’ roll tanrılarına adanmış bir tür mantraya dönüşen o yapı. Bu albümde değiştirmek isteyeceğiniz pek bir şey yok.
Belki de müzik tarihindeki en efsanevi dört albümlük seriyi harekete geçiren o durdurulamaz lokomotifi ateşleyen kıvılcım. “Sympathy For The Devil”, Jagger’ı en iyi hâliyle gösteriyor – bu, vokal yeteneği açısından değil (ki o da azımsanacak gibi değil), ritmin bizzat kendisiyle adeta dalga geçiyor gibi yapıp aslında onunla kutsal bir uyum içinde kalmayı başarması anlamında. “Street Fighting Man”, grubun sadece arsızlıkla ilgilenmediğini hatırlatan güzel bir örnek; sound’larındaki bastırılmış enerjinin sadece cinselliğe değil, siyasete de nasıl uygulanabileceğini gösteriyor. “Factory Girl” ise Stones’un, halk müziğinin daha yumuşak duyarlılıklarını da bu çılgın otobüs yolculuklarına dahil etme kararlılığını yeniden vurguluyor.
Bu son iki albüm arasında seçim yapmak gerçekten kılı kırk yarmak gibi bir şey. Exile on Main Street daha dağınık bir albüm belki, ama bu geniş yapısı içinde Stones’tan isteyebileceğiniz her şeye yer var – “Rip This Joint”ın rockabilly ritmiyle kafa sallatan enerjisi, “Shake Your Hips”in New Orleans havası taşıyan cilveli yapısı, “Stop Breaking Down”un tam anlamıyla kontrolsüz yayılması ve “Sweet Virginia”da ise, Creedence Clearwater Revival’ın gurur duyabileceği – muhtemelen gerçekten de duymuştur, o kadar iyi çünkü – içten bir Southern country rock selamı.
Berbat bir albüm ismi. Ama kusursuz bir albüm. “Brown Sugar”ın öylece patlayan riff’inden kardeşçe bir ballad olan “Sway”e, oradan da “Wild Horses”ta saf bir özlem duygusuna geçiş yapıyorsunuz. Albüm çıktığında, Let It Bleed ya da Beggars Banquet gibi albümlerdeki sertliğin eksik olduğuna dair şikayetler olmuştu, ama onun yerine burada olağanüstü bir incelik, müzikal bir zarafet vardı – öncesinde ya da sonrasında pek sık rastlanmayan bir tür. Kapanış parçası “Moonlight Mile” bunu albümdeki diğer tüm şarkılardan daha iyi yansıtıyor. Neredeyse kusursuz…
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.