Hayatımızda uzun yıllardır çok özel bir yeri olan GQ Türkiye’nin, neredeyse relansmanı olarak değerlendirilebileceğine inandığım yepyeni kadrosu ve yayıncılık anlayışı ile okurlarıyla yeniden bir araya gelmesi gerçekten harika. Ben Bahadır Gürceer. GQ Türkiye’nin sadık bir okuruyum. Bunun ötesinde yeme, içme, eğlence sektöründe 15 yılı aşkın süredir devam eden kariyerim süresince GQ Türkiye ile yollarımız, farklı sebeplerle ve farklı okazyonlarda sayısız defa kesişti. Genel Müdürlüğünü üstlendiğim Lucca ve Cantinery markaları ile çok sayıda iş birlikteliklerimiz, projelerimiz oldu.
Çok sevgili arkadaşım, Ali Tufan Koç beni arayıp GQ Türkiye ailesine katılmamı teklif ettiğinde sektöre ilişkin deneyimlerimi aktarabilme fikri beni fazlasıyla heyecanlandırdı. Bir yandan da içinde bulunduğumuz dönemin sektörde yarattığı muallak gündemde, post pandemi süreci için bir nevi yol gösterici ve motive edici tavsiyeler vererek, sizlere bu karmaşada bir nebze de olsa nefes aldırabilecek olmak beni çok mutlu etti.
Zira ben aslında, süreci belki de pek çok uzman ve meslektaşımın aksine son derece pozitif ve heyecan verici bir dönem olarak değerlendiriyorum. Bildiğiniz gibi, Lucca günün her saatine hitap eden bir yiyecek içecek mekânı. Yaşayan bir organizma gibi, kapıdan ne zaman içeri girseniz mekân size farklı bir deneyim sunar. DNA’sındaki temel unsurlar olan, iyi lezzet, samimi, içten servis ve sanata verdiği değeri koruyan ancak günün şart ve koşullarına 15 yıllık tarihinde sürekli olarak adapte olarak müşterisinin taleplerini doğru okuyan bir marka. Yani aslında değişim ve dönüşüm bizim gibi bu sektörde uzun süredir hizmet veren işletmeler için bugün hayatımıza girmiş kavramlar değil. Biz neler gördük, daha göreceğimiz de aşikar. Kendini her duruma adapte edip andan faydalananlar ayakta kalmaya devam edecek.
Ben şuna inanlardanım, güzel bir yemek yemek, iyi müzik dinlemek, sevdiklerimizle bir araya gelmek, insan varlığını sürdürdüğü müddetçe önemli bir ihtiyaç olmaya devam edecek. Bu süreçte bundan iyice emin oldum ve gelecekte bizi çok güzel günlerin beklediğini düşünüyorum. Seyahat en büyük tutkum olduğu için, gittiğim kentin ruhunu ve kültürünü yansıtan lokal lezzetler, müzik ve eğlence alışkanlıklarına odaklanıyorum. Seyahat yasağı gelmeden sadece bir gün evvel, doğada balık pişirmek, ağaç otelde kalmak ve kuzey ışıklarını görmek ümidiyle Lapland-İsveç’e doğru yola çıkmayı planlıyordum. Uçuş yasağının gelmesi ile kendimi bir anda tek başıma evimde hapsedilmiş buldum. Güzel seyahatim yanmıştı, moralimin bozulmadığını söyleyemem.
Karantinanın ilk günlerinde sudan çıkmış balık misali spor malzemeleri sipariş edip, Freeletics ile 12 haftalık can alıcı antrenman rutinine giriş yapıyor, ev temizliğinin inceliklerini öğrenerek, mutfağımı, gastronomi üssüne çevirmeye başlıyorum. Sonra, yıllardan bu yana yapmayı planladığım ama hep ertelediğim, baş ucumda bekleyen kitapların okunması, kurulumu yapılmamış mobilyaların kurulması, dolabın karanlık köşelerinde unutulmaya yüz tutmuş ve asla giyilmeyen kıyafetlerin ayıklanması gibi işleri de hallettikten sonra, sıra sonunda yıllardır keşfedilmeyi bekleyen plaklarıma geliyor.
Kendimi toz tutmuş plak koleksiyonumun başında buluyorum. Beni kendime getirecek gücün ve enerjinin evin bu köşesinde durduğuna dair kuvvetli bir his var içimde. Plakları nazikçe temizlemeye başlıyorum, evet işte aradığım cevher! Kenny Dope’un, Strange Games and Funky Things albümüyle bir anda hareketlenmeye ve kanımın kaynadığını hissetmeye başlıyorum.
Karantina bulutunun yavaş yavaş üzerimden kalktığını hissederek mutfağa doğru ışınlanıyorum. Gözlerim dolapta kalan son lime ile buluştuğunda bu saati kurtaracak tek bir iksir geliyor aklıma: Muhteşem bir margarita! Aklımdan hızlıca gerekli malzemeleri geçirirken portakal likörümün olmadığını fark ediyorum ama bu yoldan dönmemekte kararlıyım. Hemen birkaç dilim portakal kabuğunu soyuyorum ve kabukları havan yardımıyla büyükçe bir bardağın içinde bir kaşık balla eziyorum. Kalan son lime’ın suyunu kabuklarla karıştırıyorum ve iyice ezerek, buzla shake edip ağzına chili flakes ve deniz tuzu karışımı rim’imi çektiğim bardağıma boşaltıyorum. Ve işte margaritam hazır!
Sıra ona eşlik edecek küçük bir appetizer hazırlamakta. Buzdolabında ne var, ne yok diye göz gezdirirken aklıma kale cipsi yapmak geliyor. Hem sağlıklı hem de margaritaya eşlik edebilecek harika bir seçenek. Tuz karabiber ve zeytinyağı ile harmanladığım kale yapraklarını 180-200 derece fırında 15 dakika pişirdikten sonra çıtır çıtır cipslerim de hazır. Tek kişilik happy hour’ım için elimin altında olması gerekenleri gözden geçiriyorum: İyi yemek, içecek, güzel müzik... Bu üçü tamam, eksik olan kısım ise tabii ki arkadaşlar. Hemen telefona sarılıp ve kendimi çoklu ve görüntülü bir Whatsapp aramasının içinde buluyorum. Sevdiğim arkadaşları bir araya toplayıp, arka planda evimdeki disko tınılarla beraber biraz sohbet ediyorum. Ortam ısındıktan sonra Club Quarantäne’de, Jayda G.’nin canlı performansıyla dans başlıyor. Herkes evinde bulunduğu ortama uygun bir aksesuarı kapıyor. Dijital de olsa yeniden beraber eğlenebilmenin coşkusuyla tek kişi başlayan ‘happy hour’um kısa zamanda harika bir ‘bir aradalığa’ dönüşüveriyor. Bir yıl kadar önce okuduğum ‘Together Alone’ başlıklı yazı geliyor aklıma. Teoman ile Şebnem Ferah’ın harika düeti ‘İki Yabancı’da “Birlikte ama yalnız; iki yabancıyız” der ya... İşte aynen öyle bir deneyim yaşıyoruz. Yalnız ama birlikte, birlikte ama yalnızız. Fakat yine de aldığımız keyif, mutluluk tarif edilemez.
Bu deneyimden sonra, içimdeki pozitif duygular gelecek ile ilgili umudumu artırdı. “İnsan bunu ayakta tutan alışkanlıklarından asla vazgeçemez” dedim kendi kendime. Şartlar ne olursa olsun içinde bulunduğumuz anın tadın çıkarabilmeli, hem kişisel hem profesyonel olarak yola nasıl devam edeceğimize odaklanmalıyız diye düşünüyorum. Bunu sağlayabilmemiz deneyimlerimi GQ Türkiye’de sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Sağlıkla kalın!