Jonathan Anderson Fotoğraf: Dior / Anderson, Haziran’daki ilk Dior defilesinin finalinde sahnede. / Anderson için: Nadia Altinbas tarafından Dior Beauty ürünleriyle grooming.
Dergi Konuları

Erkeklik Tamamen Bulanık Bir Şey

Jonathan Anderson kıyafet değil, karakter tasarlıyor. 2025’in erkekliğini yeniden tanımlayan, çok yönlü ve sınırları bulanık karakterler. Şimdi Dior’un yeni kreatif direktörü olarak önünde tek bir soru var: Erkek giyimi nereye evrilecek?

Paris’te Hôtel National des Invalides’in bahçesinde kurulan geçici bir müzede, sıcak bir yaz öğleden sonrası yaklaşık 600 kişi Dior Men defilesinin başlamasını sabırla bekliyordu. Donatella Versace, Roger Federer ile fotoğraf çektirdi. Ünlülerin ve moda dünyasının seçkin bir kesimi salonda yan yanayken, aynı anda bir milyondan fazla kişi de canlı yayında şovu izliyordu. Hazirandaki Paris Moda Haftası’nın tamamı, bu etkinliğe hazırlanıyordu. Bu olağanüstü ilgi, 2026 ilkbahar-yaz sezonunun moda şovlarının adeta Super Bowl’u niteliğinde olduğunun göstergesiydi. Aylardır beklenen 27 Haziran günü, Christian Dior’un başına yeni geçen 41 yaşındaki tasarımcı Jonathan Anderson’ın; düşük satışlar, ruhsuz koleksiyonlar ve bitmek bilmeyen kreatif direktör değişimleri sebebiyle iki yıldır süren uyuşukluğu bitirip modaya yeniden enerji verebileceği gün olarak takvimde kırmızı kalemle işaretlenmişti.

O sabahın erken saatlerinde Anderson, küçük bir basın grubunu kuliste önizleme için karşılarken gözlerini ovuşturuyordu. Anderson’ın sürekli olarak final haftasında sınava çalışan bir lisansüstü öğrencisi havası vardır: yorgun ama ayakta, dağınık çocukça saçlar ve parlak mavi gözler. Önceki gece hiç uyumamıştı. Bunun nedeni ne gerginlikti ne de defile öncesi bir parti; onu uykusuz bırakan, provalara sabaha karşı 3’te gelen gece kuşu Rihanna olmuştu. Anderson, adrenalin ve Marlboro Lights sayesinde ayakta gibiydi. Çok da ikna edici olmayan bir ses tonu ile “İyi hissediyorum, rahatım,” dedi.

Birçok ünlü moda tasarımcısının aksine, Anderson kendisini gizem ya da enteresanlık perdesinin arkasına saklanıyor. Dior, tarih boyunca bir dizi tasarımcıyı bünyesine çekti; Yves Saint Laurent, John Galliano, Hedi Slimane gibi kişilikler, aşırıya kaçan birer “yaşayan efsane”ye dönüşürken aynı zamanda gizemli ve ulaşılamaz havasındaydılar. Anderson ise bunun tam tersine, ilk bakışta sıradan bir “bro” gibi görünse de ağzını açtığı anda, çağdaş kuir resimlere, ikonik sandalyelere ve ustalıkla üretilmiş Japon seramiklerine tutkuyla bağlı, doymak bilmez bir ‘meraklı’ olduğunu anlayabilirsiniz. Sanki her Noel’de ünlü bir moda tasarımcısı ağabeyinden sadece bir kazak ya da gömlek hediye alan küçük kardeşmiş gibi normcore tarzında vintage jean’ler ve düz kazaklar giyiyor. Eğer onun kim olduğunu bilmezseniz, mahalle arasındaki bir markette yumurta alırken görseniz de dönüp bakmazsınız.

Erkeklik Tamamen Bulanık Bir Şey

Fotoğraf: Nathaniel Goldberg / Jonathan Anderson, Paris’teki Dior atölyesinde.

Ancak şimdi, moda evlerinin en büyüklerinden ve en ünlülerinden birini baştan aşağı yenilemekle görevlendirilen bu kişi, dünyanın en istikrarlı biçimde yaratıcı tasarımcılarından biri ve aynı zamanda dünyanın en güçlü tasarımcılarından biri hâline geldi; Dior, Anderson’ın selefleri olan Kim Jones (erkek) ve Maria Grazia Chiuri (kadın) dönemlerinde, neredeyse tüm lüks markaları sarsan harcama düşüşüne karşı koymayı başaramadı. Ama Dior herhangi bir marka değil: LVMH’nin taç mücevheri ve Fransız modasının uluslararası bir sembolü. Mösyö Dior’un (şirket çalışanlarının neredeyse tamamının bu şekilde andığı, modaevinin kurucusu; Anderson’ın ise onu sadece “Dior” diye anıyor) döneminden bu yana hiçbir tasarımcı markanın tamamını aynı anda yönetmemişti. Anderson önderliğinde Dior’un erkek modasında yeni bir çağ başlatmasını beklemek fazla mı olur?

Odaya girdiğinde herkes dönüp ona bakmıyor olabilir, ama konuşmaya başladığında Anderson, birbiriyle zincirleme biçimde ilerleyen, adeta retorik bir Rube Goldberg makinesini andıran fikir akışlarıyla dinleyicisini saran güçlü bir hatip. Ön gösterimde ekose bir gömlek ve vintage Levi’s giymişti; Dior’u “önce decode edip sonra recode etmesi gerektiğini” anlatırken Candy Darling, Jean Siméon Chardin, Bram Stoker, 18. yüzyıl Fransız mobilyaları, Gerhard Richter, Peter Hujar ve “Dior”un şahsına beş dakika içinde göndermeler yapıyordu. Anderson’ın Challengers ve Queer filmlerinde kostüm tasarımcısı olarak çalıştığı İtalyan yönetmen Luca Guadagnino da bir kameramanla içeri girip çıkıyordu.

Dior’da göreve başlamadan önce, Anderson LVMH’nin başka bir köşesinde, Loewe’de on yıl geçirdi. Burada, giyen kişiyi bükülmüş terzilik fantezileriyle tanıştıran zekice ve çoğu zaman oldukça güzel tasarımlar yarattı (Bkz: 2022 ilkbahar-yaz sezonunun çimen kaplı pardösüleri veya 2024 ilkbahar-yaz sezonunun taşlarla süslü göğüs hizasında biten jean pantolonları). 2008’de Londra’da kurduğu deneysel imzası JW Anderson ile Loewe arasında geçen bu dönemde, Anderson kendine özgü yetenekli ve üretken bir tasarımcı olarak ün kazandı. Ancak o, geçmişin zirvelerine nostaljik bakmaktan çok, diğer köşenin ardında ne olduğuna merak duyan biri ve eğer geçmişe referans veriyorsa da bu hep yeni bir fikrin hizmetindedir. “Modada sahiplik duygusunun en yıkıcı şey olduğunu düşünüyorum, çünkü aslında hiçbir şeye sahip olmadığınıza inanıyorum,” dedi. “Yaratıcı bir fikir ürettiğinizde, onu ortaya koyarsınız. Sonra da diğer yenisini bulursunuz.”

Defile vakti geldiğinde salon, bu on yılın lüks modayı nihai bir seyir sporuna dönüştüren güçlerinin kaynayan bir mikrokozmosu gibiydi. Etki gücü vardı: Rihanna’nın da aralarında bulunduğu sayısız üst düzey ünlü grubu, ön sıradaki açık renk ahşap taburelere oturmuştu. Hatta basına bile yer kalmamıştı. (Ünlülerin dahi ‘artı 1 kişi’ hakkı nazikçe reddedilmişti.) Dior bu şova epey para da harcamıştı. Anderson’ın favori mekanları arasında saydığı Berlin’deki Gemäldegalerie’ye benzemesi için bir dönümlük parke döşemeyle inşa edilmiş, kutu biçimindeki gri çadır mekana adımınızı attığınız anda bu belliydi. Kültürel yumuşak gücün görkemli bir gösterisi de alandaydı. Duvarlarda asılı duran iki güzel Chardin natürmortu, Dior’un İskoçya Ulusal Galerisi ve Louvre’dan ödünç aldığı eserlerdi. (LVMH patronu Bernard Arnault, Louvre’un bu şaheserini koleksiyonuna katmasına yardımcı olmuştu.)

Eğer Anderson’ın çıkışını gerçek zamanlı izleyen o bir milyon kişiden biri değilseniz, Dior’un açıkladığı üzere sonraki günlerde defileyi izleyen milyonlarcasından biri olabilirsiniz. Yani muhtemelen sonrasında neler olduğunu şöyle öğreneceksiniz: “Anderson, şaşırtıcı derecede sade, hatta hakkını veren ölçüde ‘gösterişsiz’ kıyafetlerle evi yıktı geçti.” Loewe’deki imzası hâline gelen sürrealizme de, JW Anderson’da yastıkları çantaya, kırık kaykayları kazağa dönüştürdüğü çarpıcı kavramsalcılığına da yer yoktu. Bunun yerine, erkeklerin bugün gerçekten nasıl giyinmek istediğine dair bir fanteziyi yakalayan, taze bir erkek giyim manifestosu sundu.

Erkeklik Tamamen Bulanık Bir Şey

Fotoğraf: Nathaniel Goldberg / Oyuncu Saul Nanni

Koleksiyonda tertemiz, preppy poplin gömlekler, çizgili ipek kravatlar, parlak örgü kazaklar ve Anderson’un memleketi İrlanda’dan gelen, Donegal tüvitinden yapılmış hafif kavisli Bar ceketler vardı; Slimane’vari denimlerle indie-sleaze esintileri, dağcı montları ve bağları çözülmüş trekking ayakkabılarında gorpcore ipuçları, Dior couture atölyesi tarafından yeniden yaratılmış rengarenk yeleklerde ve yürüyüş ceketlerinde 18. yüzyıl Fransız aristokrat stiline selamlar ve Maison’un orijinal arşivine referansla, Mösyö Dior’un ünlü terzilik kalıplarıyla, nadir bir ihtişam dokunuşu olarak kesilmiş kargo şortlar da onları izliyordu. Bazı modeller, üzerine Bram Stoker’ın Dracula’sı ve Truman Capote’nin In Cold Blood’ı gibi kitap kapaklarının işlendiği Dior tote bag’lerini omuzlarına gayet rahat bir şekilde asmıştı.

Anderson, kavramsal olanı ticari, ticari olanı ise kavramsal hissettirmekte usta; ama klasik erkek giyimini böylesine taze ve heyecan verici göstermek hiç de kolay bir iş değil. En önemlisi, defile buyurgan bir havaya sahip değildi. Anderson’un yoruma ve yeniden yoruma olan sevgisini, koleksiyonun nasıl giyilmesi gerektiğine dair neredeyse “kaotik” önerilerinde hissedebiliyordunuz. (Bir blazer ceketle giyilen balıkçı sandaletleri veya etiketi dışarıda, ters takılmış bir kravat gibi.) Anderson’un amacı, şov öncesinde açıkladığı üzere, kişisel stili yeniden markaya taşımaktı. Her koleksiyonda inşa ettiği personalara atıfla “Bence nihayetinde karaktere inanmanız gerekiyor,” dedi, “İnsanlar neden bir şeylere arzu duyar? Aslında insanların, onlara çekici geldiği ve o karaktere çekildikleri için bir şeyler satın aldıklarını düşünüyorum,” diye de ekledi.

Seyirci çoktan ikna olmuştu. Anderson, gürültülü bir ayakta alkış aldı. Daha sonra konuştuğum Daniel Craig, tasarımcının kapanış selamı sırasında ayağa kalkan ilk isimlerden biriydi. “Müthiş bir heyecan,” dedi Craig. “Üzerinde çok büyük bir ağırlık da vardı ama aynı zamanda şunu hissettim: Ona güveniyorum. Onun bu işi bildiğini biliyorum.”

Şovu düşündükçe, Anderson’un gelişmekte olan kostüm tasarımı pratiğinin bu karakter inşasına nasıl katkı sunduğunu daha net görebiliyordum: Challengers’taki tenis oyuncularının Amerikanvari jock havası; Queer’de açığa çıkardığı 1950’lerin terziliğinin baştan çıkarıcı modernliği. (Filmde Craig’in buruşuk keten takımı, yedi on yıl öncesine ait bir dönem parçası olmasına rağmen garip bir şekilde bugüne ait gibiydi.) Craig’e bir de Jonathan Anderson’un bir moda tasarımcısı olarak işini Guadagnino’nun setlerine taşıyıp taşımadığını sordum. “Sanırım insanın aklına gelen ilk endişe bu oluyor!” diye cevapladı.

Craig’e göre bu etki tam tersi yönde yaşanmış: “Büyük kostüm tasarımcılarının düşünme biçimi şudur: Mesele sadece iyi görünmesi değil, doğru hissettirmesidir. Jonathan’ın kostümlerinde de bu var. Onları nasıl giydiğiniz, neyi temsil ettikleri, ne kadar işlevsel oldukları, nasıl bir duygusal değer taşıdıkları… Bütün bunları kendi işine, yani modaya da katıyor.”

Erkeklik Tamamen Bulanık Bir Şey

Fotoğraf: Nathaniel Goldberg / Oyuncu Levi Alves McConaughey

Gösteriden birkaç hafta sonra Anderson, Champs-Élysées yakınlarındaki özenle dağınık ofisinde beni karşılamak için ayağa kalkıyor. “Sana neyi gösterebilirim?” edasıyla bana etrafı gezdiriyor. Bir köşede heybetli bir Franz West lambası, duvarda bir Wolfgang Tillmans natürmortu, minyatür antika Fransız şifonyerler ile Londra ve Paris’teki ev ve ofislerinde sürekli yerlerini değiştirdiği nadir ve pahalı sanat eseri ve mobilyalardan oluşan geniş koleksiyonundan parçalar beni karşılıyor.

Tillmans’ın önündeki metal askılıkta, 18. yüzyıl Fransa’sından kalma yaklaşık bir düzine rengarenk yelek asılı. Bunlar, Dior couture atölyesinin titizlikle kopyaladığı ve karmaşık kumaşlarının kalitesini yakalamak için antika dokuma tezgahlarını yeniden hayata geçirmek zorunda kaldığı, narin işlemeli yeleklerin orijinalleri. Anderson ve uzun yıllardır birlikte çalıştığı stilist Benjamin Bruno, bu saray kıyafetlerini kot pantolon ve spor ayakkabılarla eşleştirmiş. Saygısızlık gibi görünebilir ama bu onları ânında çağdaş moda sözlüğüne taşıyan bir jest aslında.

Mor moiré ipekten bir yeleğin üzerinden ellerini geçirirken Anderson, o dönemde bu parçanın bugünkü bir Ferrari’nin fiyatına satılacağını tahmin ettiğini söylüyor. “Bunları etrafta bulundurmayı seviyorum çünkü bana kavramsal geliyorlar,” diye sesli düşünüyor. “Bunlar aslında erkekler için inanılmaz radikal parçalar,” diyor. Ardından ekliyor: “Biz kendi dönemimizde radikal olduğumuzu sanıyoruz. Ama gerçekten öyle miyiz?”

Christian Dior, modaya kalıcı damgasını daha ilk koleksiyonuyla vurdu. 1947’de sunduğu, bol pileli etekler ve heykelsi ceketlerden oluşan ve sonradan “New Look” adıyla anılacak siluet, savaş dönemi Avrupa’sında kadın giyimini belirleyen kumaş kısıtlamalarını hiçe sayıyordu. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden henüz 18 ay sonra sahnelenen bu koleksiyon, neredeyse akıl almaz bir cesaretle modada sıfırlama butonuna basmıştı; feminenliğe, romantizme ve giyinme zevkine bir dönüş niteliğindeydi. Yani kısacası, Dior’un DNA’sında değişim dönemlerinde giyim devrimlerine öncülük etme arzusu hep var.

Anderson da bu tarihi hep aklının bir köşesinde tutuyor. “Tuhaf bir şekilde, marka o kadar büyük ki, bir anda ‘Kravatlar geri döndü’ diyebilir,” diyor. Ve herkesin kaçınılmaz olarak peşinden geldiği büyük çıkışlar yapabilir diye ekliyor. “Çünkü [Christian] Dior’un meselesi buydu: ‘Eteği değiştireceğiz.’ Bu kadar basit. Dolayısıyla garip bir şekilde şunu diyorsunuz: Evet, kravat yapan çok marka var ama biz onu yeniden odağa koyacağız.”

Anderson neredeyse her fikir ve gözlemini “tuhaf bir şekilde” ifadesiyle söyler. Loewe’de, defile sonrası basın sohbetlerinde gazeteciler bu ifadeyi duyar duymaz istemsizce ona doğru eğilirlerdi; çünkü Anderson “tuhaf bir şekilde…” diyorsa, bir konuyu beklenmedik bir açıdan yeniden düşündüğünü anlarsınız. (Kendisi de ofiste bu ifadeyi bir saatten az sürede 24 kez tekrar ettiğini söylüyor.)

“Yani kravatların geri döndüğüne sen mi karar verdin?” diye soruyorum “Evet,” diye yanıtlıyor. “Çünkü kravatlardan nefret ediyorum, takım elbiselerden de nefret ediyorum. Ama ben özünde terzilik geleneğiyle tanımlanan bir markadayım. Dolayısıyla kafamdaki soru şuydu: Bunu nasıl yapar ve gerçekten ilgi çekici kılarsın?”

Saat akşam 5.30’a yaklaşırken Anderson, uzun mermer kaplı masaya oturuyor. Bir görevli hızla içeri girip narin seramik kupasını alıyor ve yerine taze kahve bırakıyor. Üzerinde gri bir polo gömleğin üstüne geçirdiği lacivert bir sweatshirt, her zamanki slim vintage Levi’s’ları ve On spor ayakkabıları var. Konuşurken elinde bir ataş, bir kalem ve bir sigara paketi arasında durmadan oyalanıyor. Yorgun bir yüz ifadesiyle, “Bugün öyle bir gündü ki,” diyor, “20 farklı şey yapmam gerekti ve hepsi birbirinden alakasız şeylerdi.”

Erkeklik Tamamen Bulanık Bir Şey

Yönetmen Luca Guadagnino (solda) ve oyuncu LaKeith Stanfield, haziran ayında Paris’teki Hôtel National des Invalides’de. Tüm kıyafet ve aksesuarlar: Dior

Tarihsel açıdan benzersiz konumunda Anderson yılda 10 koleksiyondan sorumlu; üstelik ilk kez haute couture de bunlara dahil. Yılda yaklaşık altı defile yapması bekleniyor. Ama bununla da bitmiyor: kampanyalardan pazarlamaya, Dior ayakkabı kutularının içindeki ambalaj kâğıdının tasarımına kadar her şey onun sorumluluğunda. Daha önce kimsenin bu yükü tek başına üstlenmemiş olmasına şaşmamalı.

Anderson, Dior CEO’su ve LVMH varisi Delphine Arnault’nun kendisini bu işle ilgili aradığı ânın tam olarak nerede ve ne zaman gerçekleştiğini paylaşmıyor. Söylediği tek şey tatilde olduğuydu. Markanın büyüklüğü düşünülünce neredeyse inanılmaz olan şu: Dior’a gitmek daha önce aklının ucundan bile geçmemiş. Kaşlarını kaldırıp omuz silkerek, “Tamamen beklenmedik bir şeydi,” diyor.

Ama o telefon geldiğinde, Loewe’de “yaratıcı bir döngünün sonuna” geldiğini hissediyormuş. “Bu çok ürkütücü bir duygu,” diye anlatıyor. “Çünkü o zaman fark ediyorsun: Eee, şimdi ne yapacaksın? Söylenmesi gerekenleri söylemiş gibi hissediyorsun.”

Anderson, 2013’te İspanyol deri markası Loewe’ye katıldığında, burası LVMH İmparatorluğu’nun neredeyse unutulmuş bir köşesiydi. Çoğu insan adını bile doğru telaffuz edemiyordu. (Doğrusu: lo-weh-vay.) Anderson, Loewe’yi adeta sıfır noktasına çekip kendisinin sanata ve zanaata takıntılı zevkleriyle yeniden inşa etti. Markayı bir “kültürel marka” olarak tanımlıyordu; yani örneğin tüm bir koleksiyonu arşivden değil, Pontormo’nun tek bir altar panosundan yola çıkarak tasarlayabileceğini söylüyordu. Sonunda Loewe, bir pop-kültür markası gibi hissettirmeye başlamıştı. Etkisi her yerdeydi: Challengers filminde Zendaya’nın kolunda deri Loewe çantası, genç tasarımcıların sürreal ve garip olana yönelişi, hatta Twitter’da bir kullanıcının paylaştığı ve “açıklayamam ama o kadar Loewe ki” dediği ata tohumu domatesin viral olması… Tahminlere göre Anderson, yıllık geliri 230 milyon dolardan neredeyse 2 milyar dolara çıkardı. Bugün dönüp bakınca, “Loewe’ye bayılıyorum,” diyor. “Hayatımın 11 yılını ona verdim.”

Ama Dior bambaşka bir ölçek. “Loewe’nin hacminin on katı gibi,” diyor Anderson. Tek başına, kravatı yeniden moda hâline getirebilecek kadar büyük ve Anderson’ın bir gününde çalışmak için o kadar saat olup olmadığını sorgulatacak kadar da devasa. Dior’a odaklanmak için sorumluluklarını azaltmak yerine, Anderson daha da fazlasını üstleniyor. Defilenin üzerinden on gün geçmişken, bir yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığı JW Anderson revizyonunu duyurdu. Amaç, Loewe’nin bir zamanlar hissettirdiğinden bile daha kişisel bir marka yaratmak: Tasarımcının takıntılarını satan bir “merak kabinesi”. Shaker esintili mobilyalar, damask ipek şortlar, Lucie Rie imzalı çay fincanları…

Erkeklik Tamamen Bulanık Bir Şey

Stanfield, Guadagnino, Alves McConaughey, Nanni için: Colleen Dominique tarafından Dior Beauty ürünleriyle grooming. Prodüksiyon: Louis Fonck, Louis2 Paris.

Haziran ayında bir Paris sanat galerisinde yapılan JW Anderson sunumunda, tasarımcı bana özel hazırlanmış, kahve tadını taklit eden JW Anderson markalı bir çay paketi gösterdi. Geçen yılın sonunda başladığı sağlıklı yaşam rutininde, kahveyi bırakmak için geliştirdiği bir üründü bu. Ama bunu söylerken kâğıt bardaktan espresso yudumluyordu ve işin tamamen raydan çıktığını itiraf ederek gülümsedi. Anderson Dior’a, moda evinin tarihi açısından olduğu kadar modanın bütünü için de kritik bir dönemde katıldı. Loewe’deki görev süresinin sonuna yaklaşırken sektör bir düşüşe girmişti. Kısa sürede yaygın bir lüks krizine dönüşen bu sürecin tek bir açıklaması varsa, o da kültürel bir kayma. Modanın üst katmanlarını uzun yıllar tanımlayan o klasik kibir ve elitizm artık işlemiyordu. Müşteriler, yıllar içinde kaliteden giderek ödün verildiğini ama fiyatların kontrolsüzce yükseldiğini fark etmişti. Artık baskıcı bir pazarlama kampanyasıyla kendilerine bir çanta satılmasını istemiyorlar; bunun yerine, satın almayı isteyecekleri bir bakış ve yaşam biçiminin vizyonuyla cezbedilmek istiyorlar.

Tahminlere göre Dior, Fransız lüks modasıyla özdeşleşmiş durumda ve LVMH’nin toplam satışlarının yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor. Bu da Anderson’un önündeki zorlukları iyice büyütüyor. “Bence modada çok garip bir döneme giriyoruz, çok, çok, çok garip,” diyor Anderson. “Çünkü markayı sorguluyoruz, markanın içinde değer arıyoruz, onda anlam bulmaya çalışıyoruz. Ve bence bir süredir işler fazlasıyla sıradanlaşmış durumda.”

Anderson pandeminin, modada taze bakış açılarını getirecek bir kuşak değişimini ertelediğini düşünüyor. Geçen yaz geldiğinde ise, yeni enerji arayışıyla bir düzineden fazla büyük markanın kreatif direktörünü değiştirdiği o büyük sarsıntıya liderlik etmeye hazır hissediyordu. “Bir şeylerin değişmesi gerektiğini hissettim,” diyor, “O yüzden, ben değişmezsem sistemin geri kalanının da değişmeyeceğini düşündüm. Anderson, bu farkındalığa geçtiğimiz temmuz ayında vardığını söylüyor. Dior’daki görevi resmen nisan ayına kadar gizli tutulsa da, bu, onun adımının sonraki domino etkisini başlatan ilk hamlelerden biri olduğunu gösteriyor.

Teklifi öğle yemeğinde düşündü. Dior’a gitmeyi hayatında hiç hayal etmemiş olması, fırsatı daha da cazip kılıyordu. “Kafamda şunu çözmeye çalışıyordum: Yenilik nerede?” diye hatırlıyor. “Benim için marka adından bağımsız olarak en önemli nokta bu. Eğer bir şeyi fazla seviyorsanız, bu çok tehlikeli. Çünkü o zaman asla ona meydan okuyamazsınız. Meydan okuyormuş gibi yapabilirsiniz ama sonunda onun içine çekilirsiniz. Örneğin bazı markaları çok seviyorum ve onlar hakkında köklü bir değişime kalkışmak istemem; sadece ufak bir cilaya ihtiyaçları varmış gibi gelir. Ama Dior için hiç böyle bir düşüncem olmamıştı.”

Ve sonra kendi kendine, “Tamam,” demiş, “neden olmasın?”

Her ne kadar Dior’un asıl işi kadın modası olsa da, Anderson’un işe erkek modasıyla başlaması yerindeydi. Nitekim kariyerine, 2008’de JW Anderson’ı kurduğunda, erkek giyimiyle adım atmıştı. Anderson bu konuda muhtemelen övgüyü küçümseyecektir, ama bugün erkek modasına bakış biçimimizi derinden etkilediği inkâr edilemez. Çoğu tasarımcı belirli erkeklik arketipleriyle özdeşleşirken (örneğin Dolce & Gabbana’nın bronz tenli kaslı erkeği ya da Hedi Slimane’in Dior Homme’da 2000’lerin başında tanıttığı ince, romantik figürü), Anderson’un vizyonu çok daha katmanlı.

Henüz moda dünyası toplumsal cinsiyet sınırlarını sorgulamaya başlamadan çok önce, Anderson 2013’te Londra Moda Haftası’nda kendi markası için erkek modeller üzerinde fırfırlı deri şortlar sergileyerek cinsiyet-akışkan erkek giyiminin öncülerinden oldu. Loewe’de ise erkeklik kalıplarını sürekli ters yüz ediyordu. O, podyumları çoğu zaman, kim olduklarını keşfetme eşiğindeki çocukların ağabeylerinin kıyafetlerini giyip farklı kimlikleri denediği bir oyun alanı gibi hissettiriyordu. Anderson’un erkek giyimi vizyonu cömert ve kapsayıcıydı; hem kuir sanatçılara hem de sporcu referanslarına yer veriyordu. (Kendi geçmişi de buna uygun: Babası İrlanda Ragbi Milli Takımı’nın kaptanıydı.)

Anderson, günümüzde erkekliği “tamamen bulanık bir şey” olarak tanımlıyor. Ona göre, erkeklikte mesele kendiniz için yeni olanı keşfetmeye çalışmak. “Ben erkek giyimini seviyorum ve onun içinde kendimi keşfetmekten hoşlanıyorum. Yani, şu anda yenilik tam olarak nerede bulunuyor?” Loewe’deki en unutulmaz işlerinden biri geçen yıl David Sims’in çektiği kampanyaydı: Daniel Craig’in, Los Angeles’lı sanatçı Richard Hawkins’in erotik çağrışımlarla dolu işlerinden esinlenen kıyafetlerle seksi ama dağınık göründüğü kareler dünya çapında büyük yankı uyandırdı. Bu, Anderson’un Hollywood’un heteroseksüel yıldızlarını kuir kodlu erkek giyiminde ilk kez giydirmesi değildi; ama Craig’in billboard’larda sert ve smokinli 007 imajını bir kenara bırakması büyük ses getirdi.

“Maskülanite ya da herhangi bir cinsel dışavurumu ifade etmek çok çetrefilli oluyor,” diyor Daniel Craig. “Var olan en karmaşık şey bu. Hem de inanılmaz güzel bir karmaşıklık. Jonathan, işlerinde bunu ön plana çıkarıyor.” Ona göre Anderson’un işi “bir şey olmaya çalışmıyor. Ne açıkça feminen ne de maskülen olmaya çalışıyor. Bu da bana çok insani geliyor.”

Sunset Bulvarı’ndaki Loewe panosunda Iggy Pop’a benzeyen dağınık saçlı Craig’i, Dior defilesinde giydiği tüvit blazer, çizgili gömlek ve repp kravatla adeta bir Ivy League sanat tarihi profesörü gibi görünmesiyle karşılaştırın. Cinsiyet kavramının çözülüşünü ve homoerotizmin sınırlarını yıllarca test ettikten sonra, Anderson erkekliğe kesinlikle klasik, hatta aristokratik bir imaj önerme fırsatı yakaladı. Anderson geçen yılki Loewe kampanyasını hatırlayarak “Daniel’la bunu bu şekilde yapmak, yeni bir şey gibi hissettirdi,” diyor. “Ama evrilmek zorundasınız. Statik bir estetikle iş yürütmek bana her zaman zor gelmiştir, çünkü kültürün böyle çalışmadığına inanıyorum.”

Son zamanlarda Anderson, çağımızın başka bir standart erkek üniforması üzerine düşünüyor: Silikon Vadisi’nin gündelik, teknoloji odaklı ortamından yayılan dar, esnek bir siluet. Anderson’un kostümlerini tasarladığı Luca Guadagnino’nun yeni filmi Artificial, OpenAI CEO’su Sam Altman’ı merkeze alan bir dramedi (komedi-drama). Anderson, film üzerinde çalışmaya başlamadan önce yapay zekanın ne olduğunu hiç bilmediğini itiraf ediyor: “Araştırmamıştım bile. Hâlâ tam ne olduğunu bilmiyorum,” diyor. iPhone’unun yapay zekaya sahip olduğunu ise ancak geçen hafta fark etmiş.

Onu çok daha fazla ilgilendiren şey ise, evrenin gelecek hâkimlerinin sıradan gardıroplarında nasıl bir yenilik bulunabileceği. “Bu beni gerçekten cezbediyor, çünkü neredeyse kıyafetin üzerinde beyin var gibi; bu da ilginç,” diyor Anderson, “Ya da bir yaş grubuna hapsolmuşsun ve oradan hiç çıkamıyorsun. Tuhaf bir şekilde, Sam Altman gibi biri takım elbiseyle süper kavramsal bir hâle geliyor. Bu, ona çok yabancıymış gibi görünüyor.”

Kendisi kullanmasa da, Anderson yapay zekanın geleceği konusunda iyimser. “Bence geri dönüş yok ama bundan korkmamamız gerektiğini düşünüyorum,” diyor, “İşin sonunda, radyodan korkmak gibi bir şey olurdu bu yoksa.”

Dior’da değişim kelimenin tam anlamıyla merkezde. Erkek giyiminin bir sonraki çağı, onun ilk koleksiyonuna çok benzeyebilir ama Anderson’u tanıyanlar bilir: O, hiç beklenmedik yönlere doğru hızla evrilebilen biri. Röportaj sırasında bir ara Woodstock’ın estetiği üzerine düşündüğünü söylüyor. Sonra ona erkek giyiminin bundan sonra nereye gideceğini sorduğumda tekrar oraya dönüyor: “70’lerin hippileri gibi olabilir… Şu anda bundan hoşlanıyorum. Modernliği nerede bulacağımı bilmiyorum ancak şu sorunun yarattığı meydan okumayı seviyorum: ‘Hangi yöne evrilebilir?’”

“Dört yıl sonra böyle bir sohbet ettiğimizde,” diyor, “bence bütün manzara değişmiş olacak. ‘Nereye gider’ diye sorarsan? Ona dair bir fikrim yok.”

İZLE
Samimi, Kolay ve İyi Biri: Aytaç Şaşmaz
İLGİLİ İÇERİKLER
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası