Baran Baran
Tasarım oyuncak koleksiyonu hakkında konuşmak için ofisinin adresini istediğimde WhatsApp’ımda beliren şeker pembesi müstakil bina fotoğrafından karşılaşacağım enerji ve manzaranın güçlü olacağını tahmin etmiştim. Ancak cephesi yekpare camlarla kaplı, her daim ışık alan rengarenk ofisine girdiğimde, bazıları neredeyse kendisinin yarı boyunda olan oyuncaklarının içinden telaşla bize gülümseyen Baran’ın enerjisi ve sohbeti beklentilerin çok üzerindeydi. Söz konusu tasarım oyuncak koleksiyonuna sahip biri olunca merakın tutkuya, tutkunun bağımlılığa ve oradan da renkli bir koleksiyona dönüşme hikayesinin yazıldığı satırlar da bir o kadar eğlenceli oldu.
Röportaja bilgili gitmek için hakkında bulabildiğim tek podcast’i dinlerken ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünü kazanmasına rağmen Bilkent Grafik Tasarım bölümünü tercih etmiş olduğunu duyduğumda aklımdan; “Ne istediğini o zamandan bilen ve bu yolda yürümeye cesaret eden insanlara deli gözüyle mi bakıyoruz acaba?” diye geçirmiştim. Ofisinde ekipçe geçirdiğimiz iki saatin sonunda Baran’ın deli/dahi dediklerinden olduğuna emindim. Kendini bildi bileli istikrarlı bir şekilde peşinden gittiği hobileri olmuş. O kadar istikrarlı ki, hobilerinden biri olan müzik; Ankara’daki yıllarının çoğunu dönemin ünlü bir grubuna bas gitaristlik yaparak geçirmesine; ikincisi olan çizim ve tasarım ise şirketini kurmasına yaramış. Kendisi gibi kreatif sektörlerde çalışan arkadaşlarıyla paslaşmaları sayesinde 27 yaşında geldiği İstanbul’da kurduğu Baran Baran animasyon ofisi, şu an sektörün en başarılı animasyon reklam filmlerinin altına imzasını atıyor. İzleyicisinin aklında yer eden bu filmlerin yaratıldığı ofiste ise görüldüğü anda “wow” etkisi yaratan bambaşka bir şeyler dönüyor. Aynı Charlie’nin Çikolata Fabrikası gibi “Baran’ın tasarım oyuncak koleksiyonu” bazıları işaret parmağımdan küçük, bazıları neredeyse göğüs hizama gelen sonsuz gariplikte ve detayda yüzlerce tasarım oyuncak! (Rengarenk bilgisayar klavyelerini, şeker kutusu zannedebileceğiniz gitar pedallarını, graffitilerle bezeli kaykayları ve legoları saymıyorum bile.)
“İnsan nasıl ilgi duymaya sonra da toplamaya başlar bu objeleri?” Kendinden çok emin ve komik bulduğunu da itiraf eden bir tavırla: “İmrenerek, kıskanarak” cevabını alıyorum hemen. “Animasyon, illüstrasyon ve grafik tasarım dünyalarını takip edince ister istemez bir derginin köşesinde, bir röportajın arka planındaki fotoğrafta, bir müzisyenin yanında bu oyuncaklarla karşılaşmaya başlıyorsun. Çalışırken özendiğin animatörler gibi bir masaya sahip olmak istiyorsun. Bilgisayar ekranının yanından sana bir figür gülümsesin, bir tanesi de masanın öbür ucunda dursun diye heves ediyorsun... Sonrası benim için karanlık bir tünel” diyor kahkahayla. Aslında oyuncak toplamaya sosyal medya öncesi dönemde başlıyor. Bloglar, dergiler, internet siteleri takip edip alarm kurduğu, sürekli bu objelerin peşinden koştuğu birkaç senesi olmuş. Bizim kadar sosyal medyadan her şeyi her an satın alma ve devamlı hatırlatmalara maruz kalmaya alışmış bir nesil için kan, ter ve gözyaşı demek olan bir süreç geçirmiş anlayacağınız. “Şimdi büyük tasarım markaları aylar öncesinden sosyal medyada sizi o oyuncağın lansman tarihine hazırlamaya başlıyor ve unutmanıza imkan tanımıyor. Ama ilk saniyesinde de sitesine girsem tükenmiş olabiliyor o başka konu!” Baran için bu oyuncakların en özel ve güzel tarafı herhangi bir filmi, diziyi ya da süper kahramanı pazarlamak için yapılmış olmamaları; “tasarım oyuncak” denmesinin nedeni tam da burada saklı. Baktığımız her parça bir tasarımcı, ressam ya da grafiker tarafından özel olarak sadece oyuncak/obje olmaları için tasarlanıp üretilmiş. “Ana konunun bu oyuncaklar olması beni çok etkiliyor! Sadece birer tasarım objesi olarak hayal edilmiş olmaları çok hoşuma gidiyor!”
Peki, ilk adımı tasarımcı masasına imrenme olarak atılan bu macera, bizim şimdi hakkında röportaj yapacağımız bir koleksiyona nasıl dönüşmüş? e-Bay ve PayPal sistemlerinin hayatımızda olduğu, “ah o eski güzel günler” döneminde bu merakın bir bağımlılığa dönüştüğünü itiraf ediyor. “Acı açık artırma maceraları yaşadıktan sonra açık artırma yöntemiyle almaktan vazgeçtim” diyecek kadar kendini tanımış ve eğitmiş ancak o zamana kadar da koleksiyonu hatrı sayılır bir sayıya ulaşmış. “Eşim Defne ile evde bir gün durup ‘Biz bunları nereye koyacağız?!’ dediğimiz an, bir koleksiyonum olduğunu fark ettim” diyor muzip bir ifadeyle. “Önce çalışma masamı, sonra rafları, ofisimi ve evimi işgal ettiler!” PayPal’a veda etmek zorunda kalınca da eş dost yurt dışına gittikçe sipariş vererek ya da seyahatlerinde sevdiği oyuncakların peşine düşerek devam ettirmiş koleksiyonu büyütmeyi. Bu işin kalbi dediği Tokyo’ya iki kez gidip çok beğendiği mağazalardan alışveriş yapma şansını da yakalamış. Olması gereken şekilde ilk gelene öncelik verildiği, mağazadan satış yapıldığı ve meraklılarının saatlerce sırada beklediği bir versiyonda Paris’teki Colette’de sıra da beklemiş. “Benim hep özendiğim şeylerden biri işin sosyal tarafıydı. Bu konuya benim kadar ilgi duyan insanlarla bir deneyim paylaşmanın, sırada sohbet etmenin, tanışmanın keyfinin peşindeydim.” Son dönemde dünya çapında çok popüler olan Kaws markasının birçok parçasına sahip olmasına rağmen, koleksiyonun onun için en değerli parçaları arasında bu markadan sadece bir tane oyuncak seçmesi bu duygusal deneyimin Baran için ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. “Ben biraz eskiye dönmeyi seviyorum. Bir şey hızla popüler olup aynı hızla tüketildiğinde ve çok metalaştırıldığında ondan soğuyorum. O nedenle bu ara gözüm eski Japon oyuncaklarında!” diyor heyecanla.
“Tüm bu süreçte ben de çok yer değiştirdiğim için benden çok çekti bu arkadaşlar ama üzerlerindeki her çiziğin ne zaman olduğunu da hatırlıyorum” diye ekliyor arkamızda yüzlerce oyuncakla dolu olan rafları işaret ederek. Gerçekten de, oyuncaklara yaklaştığınızda çoğunda eskilik ya da kullanılmışlık değil, doğru kelimenin yaşanmışlık olduğunu fark ediyorsunuz. Bu denli kırılgan ve aynı zamanda pahalı olan koleksiyon objelerini çoğu insan kutusundan dahi çıkarmamayı tercih ederken Baran tam tersine; hepsini büyük bir aile gibi yan yana koymayı, gerektiğinde taşımayı, canı istediğinde duruşlarını değiştirmeyi seviyor. İsimlerine bayıldığım ama görme şansını yakalayamadığım çocukları Kiraz ve Memo’nun bu koleksiyonla ilişkisi de Baran’ı çok mutlu eden noktalardan biri. “İkisinin de koleksiyonu ilk gördüklerindeki tepkileri çok komikti. Kiraz oyuncaklardan çok rafta gördüğü bir televizyon kumandasıyla ilgilendi mesela. Memo da bazılarına dokunulmaması gerektiğini biliyor ama incelemek istedikleri için izin alıyor. Ben de çocuk olduğum ve babamın yaptığı maketlere hayranlıkla baktığım anları hatırlıyorum. Çocukluğumda sahip olduğum kaykayla olan bağımı kelimelere dökmem bile zor mesela” derken aslında bu koleksiyonda bile ne denli nostaljik duygularla hareket ettiğini yeniden fark ediyor. “En çok sevdiklerim asla en pahalı olanlar değil. Maddi değerlerinden bağımsız benim onlara olan tutkum” derken elinde tuttuğu James Jarvis “God of Animation” karakterinin, çizim yetiştirmeye çalışırken “keşke bende de olsa” dediği altı adet kola sahip olduğunu fark ediyorum. Bir diğer favori parçası Bigfoot’un doğanın ta kendisi gibi görünmesine hayran. Sahip olduğu her oyuncakta ya kendinden bir şey bulması ya da tasarımcının bir sonraki adımına olan merakı onu harekete geçiriyor. Konusu açılmışken merak duygusunun onun için ne ifade ettiğini soruyorum. “Bendeki merak çok etkilendiğim oyuncakların tasarımcılarını kıskanarak, keşke ben de böyle yapabilsem diyerek başladı. Bir sonraki adımlarını merak ederek gelişti. Şimdilerde ise “neden iyi oyuncak tasarımcıları giderek azalıyor” sorusuyla devam ediyor. Çizmekten ve müzik yapmaktan beslenen bir adam olarak bu konulara sonsuz bir merak duyuyorum. Bu merak duygusuyla birbirimizi besleme yolculuğumuzdan da büyük keyif alıyorum. Merak benim için sadece koleksiyonu değil işimi ve kendimi de büyütürken istemsizce kullandığım bir araç haline geliyor” derken yaşadığı heyecanı fark etmemek mümkün değil. Karakterini, evini, işini, insanlarla olan ilişkisini, biriktirdiği objeleri, hobilerini bu kadar net ve samimi değerler üzerine kuran, koleksiyonundan “bizimki artık acısıyla tatlısıyla uzun süreli bir ilişki” diyerek bahseden ve kendi yarattığı animasyon dünyasında izleyenleri hayran bırakan bu adamın bir sonraki adımını “merak” ederek sohbeti noktalıyorum.
Murat Abbas
Üniversite yıllarımın çoğu akşamını Indigo’da iyi elektronik müziğin peşinde geçirirken tanışmıştım Murat Abbas’ın -nam-ı diğer Mabbas’ın- müzikleriyle. Daha sonra festivallerde, radyoda ve uzun bir süre genel müdürlüğünü yaptığı Zorlu PSM sahnesinde dinleme şansını yakaladım. O sahnedeyken etrafımda Shazam uygulamasında çaresizce şarkıların adını arayan bir yığın insan görüp DJ’in müzik arşivini merak ettiğimi hatırlıyorum. Ancak kendisinin “Maçka Tesisleri” adını verdiği evinin kapısından girdiğimde karşılaşacağım plak koleksiyonunun büyüklüğünden dilimin tutulacağını hiç tahmin etmemiştim.
Maçka’da bulunan geniş salonu ve tüm pencerelerinden içeri ışık dolan aydınlık evin kapısı önünüzde aralandığında bir süre gördüğünüz manzara karşısında nutkunuz tutuluyor. Murat Abbas’ın 14 senedir birlikte yaşadığı müthiş tatlı kedisi Mr. Goldie ve neredeyse 30 senedir dünyanın farklı yerlerinden buraya taşınan sayısız plaktan oluşan bir karşılama komitesi. Gözünüzü plaklardan alabildiğiniz kısa anlarda, duvardaki birkaç rafa yerleştirilen 5000 kadar CD’nin ve evin tüm masa ve sehpalarında yer bulan yüzlerce dergi ve kitabın farkına varabiliyorsunuz. Yemek masasının üzerindeki kitap sayısını fark edip sesli düşündüğümün bilincinde olmadan “Burada yemek yenebiliyor mu?” cümlesiyle açıyorum konuşmayı. Büyükçe bir kahkaha ve “Çoğu zaman hayır” cevabıyla start alıyoruz. Tutkusunu çok başarılı olduğu bir mesleğe dönüştürdüğüne ve ülkedeki müzik/eğlence sektörüne katkıda bulunmayı amaç edindiğine emin olduğum İ.B.B Kültür A.Ş Genel Müdürü Murat Abbas’ın evindeyiz. Ancak bu röportajda DJ Mabbas’la dudak uçuklatan plak koleksiyonu ve müzik aşkı üzerine sohbet edeceğiz.
Annesi ve ablalarının müziği eksik etmedikleri bir evde büyümüş. Türk sanat müziği ve yerli yabancı pop müziğin karıştığı bu ev ve zevkli kadınları, daha sonra tutkusu ve mesleği olacak müziğe ilk adımlarını sağlam atmasının nedenleri. TRT’de haftanın beş akşamı yayınlanan Sebla Özveren’in radyo programının başladığı saatin 17:12 olduğunu hatırlayacak kadar yoğun bir tempoda maruz kalmış ve ilgi duymuş bu dönem müziğe. “Yabancı müzisyenlerle bu program vasıtasıyla tanıştım ve birçok şeyi oradan öğrendim” dediği programa ilk defa Michael Jackson’ı duyduğu İzmir Radyosu’nu da ekliyor. “Annem mutfakta kendi spesiyali olan kuru köfte ve patates yaparken hayatımda ilk defa Billy Jean’i dinlediğim anı ve heyecanımı asla unutamam!” Pek tabii gençlikte toplamaya başladığı kasetler ve CD’ler hızla üst üste birikmeye başlamış. 60’lar, 70’ler ve 80’lerde yükselen ancak 90’larda CD’nin hayatımıza girişiyle gerileyen plak kültürü Murat Abbas’ın radarından hiç çıkmamış. Karışık kaset, korsan baskı, plak toplamaları dönemlerinin hepsine hakim.
DJ’lik kariyerinin ilk tohumları o dönem çalıştığı finans şirketindeki ekip arkadaşlarıyla ofis partileri yapmaya başladıklarında atılmış. Ofisin en çok müzik dinleyen ve bilen adamı olarak CD’den müzik çalıp insanları dans ettirme görevi ona verilince bu deneyimden ne kadar zevk aldığını fark etmiş. Gerisi sırayla radyo programları, Taksim Talimhane’deki efsane gece kulübü 19’da DJ’lik, Babylon’un unutulmaz serisi Oldies but Goldies’in ekibinde yer almak ve Rock’n Coke gibi dev festivallerle gelmiş. DJ’lik macerası hız kazandıkça topladığı plak sayısı da artmış. “O dönemde tekerlekli case’ler henüz piyasaya çıkmamıştı. Bir gecede beni idare edecek plak sayısı 60-70 adet kadardı ve ben her yere omzuma astığım çantalarla o plakları taşır olmuştum. Seneler sonra omuz ve bel ağrılarıyla doktora gittiğimde tenisçi olduğumu zannetmişlerdi” diyor gülerek.
Hayatımıza teknoloji ile birlikte farklı müzik platformlarının girmesi ve DJ’lerin buralardan çok daha hızlı bir şekilde müzik keşfetmeye başlaması aslında Murat’ın koleksiyonunu ivmelendiren mihenk taşlarından biri. “Sadece çalmak için değil, dinlemek için de plak toplamaya başladım ve bir süre sonra bu önüne geçilemez bir tutkuya dönüştü. Plakçıları keşfetmek, plak için seyahatler organize etmek, fuarlara katılmak, nadir parçaların peşinden koşmak zamanla bir rutin hatta yer yer hastalık haline geldi” itirafı gecikmiyor. Yaklaşık 7500 parçalık bu koleksiyonun detaylarını sahibinden dinlemek için heyecanlıyım. “Müzik zevkim çok farklı janrlara dayandığı için hem avantajlı hem de dezavantajlıyım. Kabaca ayırmak gerekirse, yarısı elektronik müzik, diğer yarısı ise rock, hard-rock, heavy metal, post rock, post punk, jazz, klasik, neo-klasik, soul, funk ve 80’ler seçkisi. %80 yabancı, %20 yerli bir seçki. Dönem baskı yerli plaklar da bulunuyor. Bu kadar farklı türlerde müzik dinlemeyi sevdiğinizde sorun yok ancak bir koleksiyoner olarak plak toplamaya kalktığınızda büyük bir zaman ve efor sarfetmeniz gerekiyor.” Bu nedenle de Murat Abbas dünyada hangi şehirlerin plak konusunda daha iyi olduğu, nereden nasıl satın alım yapılabileceği, kimsenin bilmediği sahafların yerleri, fuarlarda plak karıştırırken parmaklarınıza bant sarma gerekliliği gibi bilgilerin neredeyse hepsine fazlasıyla hakim. Söz konusu plak olduğunda onu en çok heyecanlandıran şehrin de Hamburg olduğunu meraklısına not düşelim. Aynı zamanda metrekare başına, en çok sanatçı düşen şehir olduğunu da ekleyelim.
“Plak toplamaya başladığımda bunun bir dipsiz kuyu olduğunu fark ettim. Kaç adet plak topladığında mutlu olursun sorusunun cevabı yok. Kalabalık bir koleksiyona sahibim ancak adet üzerinden ilerlemiyorum. Şu anki arşivimin içeriğine baktığımda 30-40 bin plağa tekabül edecek bir maddi değeri var. Beni tatmin eden şeylerden biri zaman içerisinde ‘back catalogue’ dediğimiz ‘arşivimde olmasını istediğim’ tüm plakları toplamayı başarmış olmam. The Cure, Nils Fhram, REM bu arşivin baş aktörlerinden.” Bu denli hayranlık duyduğu plaklarının içerisinde mutlu bir koleksiyoner gibi göründüğünü söylüyorum. Yarı gururlu yarı düşünceli gülüyor. “Yurt dışına taşınacak koleksiyoner bir arkadaşımın tüm arşivine talip olup olmamak konusunda kararsızım. Hepsini görmeden rahat edemediğim koleksiyonumun, daha büyük bir yere ihtiyaç duyduğunun da farkındayım. Neredeyse tüm hayatımı bu işe adamış olmama rağmen hala bilmediğim çok fazla müzik var. Ancak zaman içinde dünyada bu sayede pek çok dosta sahip oldum” diyerek özetliyor durumu. Öyle ki, Amsterdam’daki ünlü plakçı Concerto’nun alt katındaki satış görevlisi Murat geldiğinde ona özel bir kürasyon yapıyor ve zevkini çok iyi tanıdığından emin olduğu için bu seçkiyi hiç sorgulamadan satın alıyor. Konusunda uzman plakçı çalışanlarının seçkilerini keşfetmeye bayılıyor. Dünyada sevdiği neredeyse yüzlerce, İstanbul’da kapısını aşındırdığı onlarca plakçı ismini ezbere sayıyor.
Instagram paylaşımlarında evin ve koleksiyonun bir bölümünü görenlerden en çok gelen soru “Bu kitapların hepsini okuyup plakların hepsini dinliyor musunuz?” oluyormuş. “Kulağa marifet gibi gelsin istemem ama ben az uyuyan bir insanım. Her gün yapmazsam rahat etmediğim bir okuma, dinleme ve seyretme takıntım var. Bunlardan herhangi bir tanesini yarım saat bile olsa yapmadığım zaman uyumakta zorlanıyorum.
O nedenle, sorunun cevabı -koleksiyon için topladığım nadir eski kitaplar hariç- evet hepsini okuyor ve dinliyorum.” Bu röportajın sayfalarına sığdıramayacağım kadar çok bilgi birikimi, müzik bağlantılı unutulmaz hikayesi ve önerisi olan biri Murat Abbas. Maddi ve manevi olarak kolay bir süreç olmadığının ama merak ve tutkusunun hiç azalmayacağının da bilincinde. Çoğu insana bir konuya bu kadar çılgınca tutkun olmak bir “hastalık” olarak gelse de, severek buna gönül veren biri için bu sürecin paylaşım, genel kültür, hayatın zorluklarından kendini koruyacak bir liman ve genç tutan bir uğraş olduğunu inkar etmek imkansız. Murat Abbas için tüm bunlar ve daha fazlası, dinledikçe her birinin hikayesini ayrı keşfetme hissi uyandıran plakları.
Ömer Atakan
Ömer Atakan’ın salonuna ilk adım attığınızda, tutkusunun dünyayı kasıp kavuran James Bond efsanesi olduğunu düşünmeniz normal. Ancak adımlarınızın yönünü evin koridorlarına ve diğer odalarına doğru çevirdiğinizde, Ömer Atakan’ın içindeki merak duygusunun James Bond’tan çok daha ileriye uzandığını anlamanız uzun sürmüyor.
Duvarlarında Ömer Atakan’ın sevdiği sanatçıların tablolarının yanı sıra pek çok klasik filmin orijinal afişlerinin bulunduğu bu ev, hatırı sayılır bir figür koleksiyonunu, dedesinden kalma bir pul koleksiyonunu ve ziyaret amacımız olan 4000 küsur parçalık bir James Bond koleksiyonunu barındırıyor. Mini bir müzeye girmiş gibi hayranlık ve şaşkınlıkla baktığım objelerden dağılan dikkatimi topladığımda uzun uzun yazdığım sorularımı unutup sadece “Neden ve Nasıl?” diyebiliyorum. Gülerek 1923’te dedesinin toplamaya başladığı cumhuriyet pullarından açıyor lafı. İlk gördüğü koleksiyon olan bu pullar, hem tarihe merakını hem de toplamaya olan ilgisini keşfetmesini sağlamış. Seneler sonra, bu koleksiyonu tamamlamış olmanın haklı gururunu yaşıyor.
“Saint Joseph’te okurken neredeyse her sene sınıfta çizgi roman çizmekten ikmale kalırdım! Aslında ressam olmak istiyordum ama biraz mahalle baskısıyla mimarlığa yöneldim. Mimar Sinan’da İç Mimarlık üzerine, UCLA’de ise Sinema Televizyon ve Dijital Teknolojiler üzerine yüksek lisans yaptım” diye devam ederken evdeki objelerin %90’ının sinema ve televizyon odaklı olduğunu fark ediyorum. UCLA’de okuduğu dönemde ilgisini çeken tüm filmlerin prömiyerlerine gitmeye çalışırmış. Pullardan sonraki ilk temeller de burada atılmış. O dönem “koleksiyon” olsun diye düşünerek almadığı sadece hobi olarak biriktirdiği film objeleri, limitli heykel ve replikaların sayısı, internetin çılgın gelişimi ve her şeyin oturduğumuz yerden satın alınabilir olmasıyla giderek artmaya başlamış. Arka odada duran Matrix filminde Morpheus’un kullandığı orijinal silah prop’u da bu erken dönem parçalarına dahil.
Yaklaşık 10 sene önce çok genel olan ve takip etmesi zorlaşan sinema temasından uzaklaşarak favorisi olan “James Bond” temasına yoğunlaşmaya başlayan Ömer Atakan’ın elinde şu an orijinal imzalar, ilk basım kitaplar, fotoğraflar, objeler, orijinal çizimler, promosyon malzemeleri, efemera’lar ve storyboard’lardan oluşan 4000 küsur parçalık bir James Bond koleksiyonu var. Aynı sanat eseri toplayan koleksiyonerler gibi, tüm bu parçaları gözünün görebileceği yerde yani evin duvarlarında sergilemeyi seçmiş. İç mimar olmasının avantajından da yararlanarak bazı müzelere taş çıkartacak etiketleme ve raf sistemleri kurduğu salon, kocaman bir oyun alanına dönüşmüş. Zor olmuyor mu hem biriktirmek hem düzenlemek? diye sorduğumda “Uzun zamandır peşinde olduğum bir parça için sabaha karşı yatağımdan çıkıp dört saat araba kullanıp o parçayı satın almışlığım var. İstediğim bir şey yerini bulduğunda zorluğu önemli olmuyor” diyerek kısaca özetliyor durumu. Neredeyse her parçanın metal bir açıklama kartı olması da bu koleksiyonu ilgisi olan herkesle paylaşılacak mini bir müze gibi görmesiyle bağlantılı. Hatta sırf bu nedenle, Instagram’da koleksiyondaki detayları ve ilgi çekici hikayeleri paylaştığı @jamesbondcollection adında bir hesabı bile var. Bu senenin James Bond’un 60. senesi olacağını bilerek aslında koleksiyona eklemek için peşine düşülecek sonsuz parça olabileceğinden bahsediyorum. “Bu işi çöpçülük veya biriktiricilikten ayıran ana özellik, eşsiz ya da çok nadir bulunan parçalar bulabiliyor olmanızdır. Benim asıl merakım tarih olduğundan, eski parçalara olan merakım hiç bitmiyor. 1963 yapımı From Russia with Love filminin ilk gösteriminde salonda filmin müziklerini çalmak için bulunan orkestranın not kağıtlarını bu nedenle almıştım.” Koleksiyonun en değerli parçalarından biri olan 1974 yapımı The Man with the Golden Gun filminde kullanılan ikonik parça için “Altın Tabanca’nın 18 ayar altın kaplama replikası da benim için çok özel” diyor, bir çocuk heyecanıyla bu parçaları işaret ederken. Peki, koleksiyonda gözü gibi baktığı başka parçalar var mı? “James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in 1950’lerin başında yazdığı 14 Bond kitabından sekizinin Jonathan Cape’ten (Londra) ilk baskılarına sahibim. First Published First Edition bu baskıların tamamı bugün çok az koleksiyonerde bulunuyor. Üzerinde Roger Moore ve beş Bond kızının ıslak imzalarının olduğu Bond’un 50. yılı için 2012 senesinde çıkarılan poster ise Autograph bölümünün en nadide parçalarından.” Tüm bu nadide parçaların peşine nasıl düştüğünü ve nerelerden bulduğunu merak ediyorum. “Londra’ya sık sık gitmeye çalışıyorum. Gittiğim çoğu yerde sahafları ve fuarları geziyorum. Sosyal medyada ilgili kişileri takip ediyor ve onlarla devamlı iletişimde oluyorum. Tüm bunların yanı sıra tabii ki internet üzerinden araştırma da yapıyorum.”
Koleksiyonda VHS BETA MAX kasetler, Laser Disc’ler ve ünlü sanatçıların James Bond kitaplarını okudukları ses kayıtları olduğunu da duyunca “merak” ve “tutku” kelimelerinin altını biraz daha derin kazmam gerektiğini fark ediyorum. Gülerek “Atasözü bile var; Curiosity Killed The Cat. İster istemez merak duyduğunuz şeyin peşinden gidiyorsunuz, unutamıyorsunuz. Ara bile verseniz, belirli bir zaman sonra yeniden aklınıza geliyor. Benim bu konuda bu kadar istikrarlı ve tutkulu olma sebeplerimden biri de sanıyorum gördüğüm ya da yaşadığım hiçbir şeyi unutmamam. Ortaokulda arkadaşımla gittiğim kafede giydiğim süveterin rengini de, desenini de hala hatırlarım. Eskiye ve biriktirmeye olan merakım da bu hatıralara olan düşkünlüğümden geliyor” diye açıklıyor durumu. Hepimizin dikkat seviyesinin neredeyse saniyelere düştüğü bu sosyal medya çağında, bir temayı bu denli araştırmaya meraklı olmak, istikrarlı bir şekilde takip etmek, para ve en önemlisi de ciddi bir zaman ayırabilmenin ne denli zor ve az rastlanır bir şey olduğunu bilip böyle bir koleksiyonu takdir etmemek imkansız. “Benim için bu koleksiyonun en güzel yanı da, benimle aynı tutkuyu paylaşan insanlarla tanışıp ‘belli bir yaştan sonra olmaz’ gözüyle baktığımız arkadaşlıklar kurmak oldu. Bu gibi meraklar tüm sosyal sınıfları ve önyargıları yıkarak sizi bambaşka insanlarla buluşturuyor ve paylaşmanın, sosyalleşmenin keyfini artırıyor” diyen Ömer Atakan’ın aynı merakla objeleri toplamaya devam etmesini ve bize hiç unutmadığı pek çok anı anlatmasını dileyerek evden ayrılıyorum.