Önyargılar ve Gerçekler
Karşınızda… (Buraya Lady Gaga’nın Ryan Murphy hakkında söylediği ve “meme” olan yetenekli, zeki, inanılmaz gibi iltifatlardan herhangi birini ya da da fazlasını yerleştirebilirsiniz) Kaan Yıldırım!
Benim karşımda ise önyargılarım. Tüm acımasızlıklarıyla ve hadsizlikleriyle hem de. Yani bütün o Lady Gaga övgüleri için sizi cesaretlendirmem boşuna değil. Ama işte bazı sohbetlerde karşınızdaki kişi ile ilgili yeni şeyler öğrenirsiniz, bazılarında kendinizle ilgili. Bu sohbet ikisini birden sağladı: Kaan Yıldırım’ın medyaya yansıdığından ne kadar farklı olduğunu ve benim de ne kadar önyargılı olduğumu öğrendim. “Konuşmamız biter bitmez gidip arkadaşlarıma hakkında nasıl da yanıldığımı anlatacağım” diyorum, anlayışla gülüyor. Halbuki “Acaba önyargılı olabilir misin?” demişlerdi ben “Kaan Yıldırım’la anlaşabilecek miyiz” diye endişelenirken… Acaba!
Ama belli ki Kaan bu duruma alışkın. Çok hoşnut değil tabii ama kabul etmiş. Belki özel hayatının çok konuşulması, belki canlandırdığı karakterler, belki de sadece tesadüf eseriyle olduğundan bambaşka biri izlenimi var. Şimdi evinde oldukça basit ve cool antrasit renkli bir tişört, gözlerini ortaya çıkartan dağınık saçları ve gülümsemesiyle otururken o da kabul ediyor farklı bir portre çizdiğini/çizildiğini ve uzun sohbetimiz boyunca ilk kez yüzü biraz asılıyor.
Aslında daha çok sinema, tiyatro, diziler ve oyunculuk hakkında konuşmak istiyordum Kaan’la. Yapımcı ve yönetmenlerin stereotip olarak gördüğü “yağız esmer erkek” rollerinin dışına çıktığı kara komedilerde izlemesi en keyifli isimlerden biri sonuçta. Televizyonun kültlerinden olan Ulan İstanbul dizisi ile aklımızda yer edinen Kaan, aslında genel izleyici kitlesi ve yapımcıların dizileri Orta Doğu’ya satma gayesi olmasa, kara komedi mizahtaki gücünü çok daha iyi gösterebilirdi. Nitekim Klavye Delikanlıları ile bunu fazlasıyla vadetmişti. Dizi dünyasında her şey ne kadar belli formüllerle işlense de sinemada neyse ki daha farklı işlere yer var. “Beş arkadaşım ile bir yapım şirketi kurduk, şimdi sürekli onun toplantıları, projeleri ile ilgileniyorum” diyerek kendi ruhunu daha fazla katabileceği işlerin sinyalini veriyor. Yapımcılarından olduğu Yok Artık serisi ve Gelincik filmi de sadece bir başlangıç anlaşılan.
Aile, Aşk, Gaia
Arkadaşları ile ortak bir şirket kurması da tesadüf değil. Kan bağı olan ve olmayan ailesine oldukça düşkün olduğu her halinden belli. Bir ortama girdiği zaman enerjiyi yükselten “Ooo abi” naraları ile karşılananlardan biri. “Benleyken çoğu zaman gülünür, hikaye anlatmayı, gülmeyi, güldürmeyi, ironiyi severim o yüzden mıy mıy bir ortam olmaz olduğum yerde” dese bile bir ilişkiye girdiği zaman ortadan kaybolan arkadaşlardan olduğunu da kabul ediyor “Ama idare ediyoruz, başka arkadaşlarım da bunu yapıyor, anlıyoruz birbirimizi” diyor. Bunun sebebi ise çok açık bir şekilde ifade ettiği üzere, ilişkilerde verici bir insan olması: “Partnerimin mutluluğunu kendi mutluluğumun önüne koyabiliyorum çünkü çok empati kuruyorum; ayna gibiyim, karşı tarafın enerjisini hemen alabiliyorum. Karşı taraf mutsuzsa ben de mutsuzum o yüzden karşı tarafın mutlu olması lazım” derken kendi sözlerine gülerek ekliyor; “İnsanın kendi sevgililiğini övmesi ne kadar doğru bilmiyorum ama iyi bir partner olduğumu düşünüyorum.”
İlişkiye, hayatımızdaki insanlara zaman ayırmak, onlarla kaliteli zaman geçirmek aslında ne kadar da unutulan ve kıymeti bilinmeyen bir şey. Bunun farkında olan kişiler de epeyi az, o nedenle belki de sosyal medya, kitaplar ve podcast’ler “mindfulness” gibi kavramların öğretileri ile dolu. Halbuki bir isim vermeye gerek olmadan “orada olabilmek” bir insana verilebilecek en değerli şey, unutuyoruz bunu. Ben bu düşünceler içindeyken Kaan, fazla verici olmanın da zararları olduğunu hatırlatarak dünyaya dönmemi sağlıyor: “Fazla vermek insanın bir noktada tükenmesine yol açabiliyor. O yüzden inşallah bir gün öğreneceğim kendime de önem göstermeyi” derken orada bir yerlerde minik kalp kırıklığı bulutları belirse bile hemen çocukça bir gülümseme ile dağıtıyor hepsini. “Şeker Portakalı kitabında der ya; ‘Fazla fedakarlık fazla vefasızlık getirir’, aynen öyle. Aşk ilişkisinde de arkadaşlıkta da adaletli alıp adaletli vermek lazım yoksa ilişkiler tıkanıyor.”
Adalet konusuna girersek bu sohbet öyle noktalara ilerleyecek ki asla çıkamayacağız, dilimi tutmam lazım! O yüzden aşkta kalmak en iyisi diyerek Kaan’dan bir ilişki tanımı alıyorum: “İlişki iki kişilik bir formül. Hepimiz başka bir insanla karıştığımız zaman farklı bir sonuç yaratıyoruz. Kimya tüplerinin içindekilerini birbirine karıştırmak gibi. O yüzden genel bir şey söylemek zor. Herkesle farklı oluyorsun.” Herkesle farklı olabileceğini bilmek, herkesin bilmesi gereken başka bir öğreti değil mi sizce de? Hayır, Kaan oyunculuğa devam ederken acaba bir de hayata ve ilişkilere dair “basit ama üstüne düşünülmeyen gerçekler” kitabı mı yazsa? Ama yaşarken bunları anlamak ve anlatmak çok da kolay bir şey değil ve şu aralar onun hayatındaki en önemli ilişki, yeğeniyle olan ilişkisi: “Dayılık müthiş bir müessese” diyor Gaia’dan bahsederken. İsmi şahane dediğimdeyse bir insana duyulabilecek en büyük hayranlığı içeren ses tonuyla yanıtlıyor: “İsminin anlamı Toprak Ana, kendisi de şahane.”
“Tabii ki, dayılık babalıktan kolaydır diye düşünüyorum” diyor baba olmak ile ilgili düşüncesini sorduğumda. “Babalık- annelik apayrı bir mesele. Benimki biraz daha işin kaymağını yiyen taraf oluyor. Üç yaşında Gaia. Çalışmadığım zamanlarda ona vakit ayırmaya gayret ediyorum ama keşfettiğim kadar tek mesele vakit ayırmak değil; o vakti nasıl geçirdiğin de önemli. Çünkü çocuklar acayip akıllı. Senin hangi niyetle ona gittiğini, ne yapıp ne yapmadığını çok iyi anlıyorlar, o yüzden onunla yetişkin gibi sohbet edip acayip karşılıklar alıyorum.”
Joaquin Phoenix filmi C’mon C’mon geliyor aklıma. Nasıl güzel bir dayı-yeğen hikayesidir o! Çocukların filtresizliğinden öğrenilecek gerçekten çok şey var ama bunun için kendin de filtrelerini azaltmak durumundasın sanırım. “Kendi ailenden çocuk olunca -sadece kendi kanından olmasından bahsetmiyorum- nasıl büyüdüğünü görüyorsun ve bu çok mucizevi bir şey. Sıfırdan sana kendini gösteriyor, bir insanın oluşumu, çocuğun büyüme hali bana çok güzel geldi. Her zaman çocuğa sıcak bakmışımdır ama Gaia muhakkak artırmıştır bendeki o isteği. Sıcak bir ailede büyüdüm, hala beraber olan bir anne-babam var, hep beraber yaşadık, gezdik ettik, küçüklüğümüz ilişki olarak iyi geçti. O yüzden ben de hayatımda onu arıyorum. İnsanın ailesinden gördüğü kodlarına işliyor. Yani bir gün çocuk istiyorum. Bir gün demekle olmuyor tabii, doğru insan doğru zaman denklemi gerekli.”
Hep O Aynı Sevdiğimiz Kıyafetler
Asıl konumuz modaydı ve işin kötüsü, ikimiz de modaya çok hakim değiliz. Ama bu tabii ki alışveriş ve giyim hakkında konuşmamıza da engel değil. Gerçi Kaan’ın alışverişle pek arası yok. Tarzının çok değişken olmadığını anlatırken belli ki birbirine çok benzeyen rahat ama kaliteli markalardan alışveriş yapmayı seviyor, hafızamı biraz zorladığımda ise gece gezmelerinde onu hep aynı tarz, slim fit siyah veya beyaz gömlekler, dar kesim rahat ama şık kumaş pantolonlarla gördüğümü hatırlıyorum. Oysa şimdi evinde günlük haliyle ya da Instagram’da gördüğümüz köpeğiyle oynayan, dayı olmanın keyfini süren hallerindeki rahatlığı ona çok daha fazla yakışıyor.
“Şimdi atmayı öğrenmeye çalışıyorum. Dolap temizliği yaparken atmaya kıyamadığım şeyleri vermeye çalışıyorum artık. Taktik şu: Bir şeyi 15 ay giymediysen ondan kurtul.” Peki, hayat koçu Kaan’dan Marie Kondo’ya geçiş hızlı oldu ve şaşırttı! “Dolabımızda bir sürü şey var ama hep en sevdiklerini giyiyorsun, bir yere gideceksin, o en sevdiğin şey kirli” derken çoğumuzun durumunu özetliyor. “Ama bir şeyi atınca da bir ay sonra tam da o şeye ihtiyacın oluyor” dediğimde “O tamamen senin problemin” diyerek bir Oğlak erkeği olmasının gerekliliği ile mantığı önüme atıyor sakınmadan.
Senelerdir aynı berbere gidiyor, çok sohbet etmeden, birbirlerini anlıyorlar ve bir başka çekimi o berberde yapma fikri ile doluyor aklım. Peki saat gibi tutkuları, koleksiyonları var mı? “Aksesuar severim ama saat koleksiyonu işini armatörlere bırakıyorum. Koleksiyon yapılamayacak kadar pahalı bir hale gelmediler mi artık?”
Çekimde ilk kez deneyeceği tarzda kıyafetler olduğu için heyecanlı, “İpek gömlekler falan çok güzel, bir de kısa pantolonlar var, yakışacak mı bilmiyorum” diyor sanki doğru bir styling ile ona herhangi bir şeyin yakışmaması mümkünmüş gibi! “Bu ara kendime özen gösterdiğim dönemdeyim” diyor, en son oynadığı dizi için daha çok spor yapınca bunu devam ettirmiş, diyet de yapıyor. Kolundaki minik yara bandı dikkatimi çekiyor; “Glutatyon aldım, bayağıdır almak istiyordum. Modaya uydum!” Modayla ilişkisi ise daha fazla “Dükkan gezmeyi sevmiyorum, bana jean denetemezsin mesela” noktasında. “Daha çok online mağazalardan 10 tane büyük beden tişört alıp alışverişi bitiriyorum” dediğinde çekim boyunca değişecek tarzların tamamını sonradan günlük hayatına nasıl aktaracak merak ediyorum.
Ün ve Ünlülük Müessesesi
“Şöhret çok önemsenecek bir kavram değil. Zaten herkes çok ünlü. Kime baksan bir göz aşinalığın var, herkes birbirini görüyor artık.”
Herkes birbirini görüyor! Herkes gördüğünün ne olduğunu anlamadan bile olsa her şeyi paylaşıyor… “O yüzden teknolojinin olmadığı dönemlerde ünlü olmak güzelmiş. Herkesin seni çekmeye çalışmadığı dönemde. Mesela Japonya’da kamera sesini kapatmak yasak. Kadınların fotoğraflarının izinsiz çekilmemesi için koyulmuş bir kural bu. Çünkü zamanında kadınlar çok taciz edilmiş ve hiçbir telefonda kamera sesini kapatamıyorsun. Daha geçenlerde bizde de oldu, metrobüste bir adam -çok da normal görünümlü- kadının fotoğrafını çekiyor… Sapıkça bir durum olması da gerekli değil, izinsiz kimseyi çekememeliyiz. Ünlü insanları da aynı şekilde sürekli çekebiliyorlar. Bu da insana bir otokontrol getiriyor ki otokontrolle yaşamak dünyanın en zor şeyi.”
Gerçekten zor otokontrol. Özellikle de “paylaşım” sayesinde para kazanılan bir çağda, “paylaşım”ın anlamının tamamen değiştiği bir dünyada, neyin etik neyin sağlıklı olduğunu sorgulamak ve yeniden yazmak gerekli tüm kuralları. “Bir restorandasın, elinde ne var, eğleniyorsun, kahkaha atıyorsun… Hepimiz eğleniyoruz, hepimiz oynuyoruz, hepimiz saçmalıyoruz ya bazen arkadaşlarımızla hani… Bunu anlık olarak biri çekip paylaşınca garip garip şeyler oluyor. Herkes istediğini söylüyor. Gerçekçi bir şey değil, senin hakkında hiçbir fikri yok, senin ne yaşadığını bilmiyor, üç şey duyuyor senin hakkında, üç şey okuyor ve senin öyle biri olduğunu düşünüyor… Bu sağlıklı mı? Ben öyle olduğunu düşünmüyorum.”
Tanınmamak ister miydi peki? “Ünlü olmak için çok zor bir dönem bu… Tanınmamak konforlu ama oturup bunu düşünüp “özlüyorum” diyemem çünkü artık bir çizgiyi geçtikten sonra dönüş yok.”
Ev, Ülke, Mutluluk
Sözün ülkeye gelmediği bir sohbet yok ki artık… “Bizim ülkemizin kendine göre dertleri var ama dünyanın her yerinde dert var, tek dertli ülke biz değiliz. Olaylardan tabii ki etkileniyorsun, tabii ki moralini bozuyor ama insanın bu gerçeklerle yaşamayı kabul edip kendi neşesini ve mutluluğunu kaybetmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksa yaşamak çok zor olur; bir tane yaşamımız var, onu da mutlu geçirmemiz gerekli diye düşünüyorum.”
Mutsuzluğa sebep olacak çok şey var. Peki neler mutlu ediyor onu? “Seyahate çıkmak, spor yapmak, ailemle, yeğenimle, arkadaşlarımla vakit geçirmek, mesleğimi yapmak beni mutlu ediyor. Sevdiğim bir işte çalışıyorsam çok mutlu bir insan oluyorum bütün zorluklarına rağmen. Böyle basit, herkesi mutlu eden şeyler…”
Basit şeyler en gerekli şeyler değil mi zaten? Hatta basitlik şu an hepimizin en büyük ihtiyacı. “Tabii ki, beni de düşürecek şeyler oluyor ama o zaman kendime diyorum ki, dön bir check- list yap; sağlığın yerinde, yapabildiğin bir mesleğin var, ailenin sağlığı yerinde, arkadaşların var, daha ne olacak ki…”
Yollar
“Bütün sınırlar kalksın çok idealist bir cümle. O zaman ne olacak? Bu bana çok ütopik geliyor. Bazı sınırlar vardır elbette hayatta, biz ilkelken de vardı bence…” Cümlelerini “anlıyor musun” diye bitiren insanlarla “anlatabiliyor muyum” diye bitiren insan arasında çok büyük fark vardır. Kaan ikinci gruptan. O yüzden söylediklerini daha dikkatli dinleme ihtiyacı duyuyorum.
Çekip gitme imkanı varken burada kalmayı seçenlerden biri ve evini seviyor. Beatnik kuşağının seçilmiş evsizliği ona göre değil. “Evsiz olamam, muhakkak bir evim, yurdum olmalı. Olduğum yere kök salmayı severim, evimi özlerim. Tatile gidip gezip tozup sonra eve gelince ‘Oh be, insanın evi gibisi yok’ cümlesini kuranlar var ya, ben onlardanım” diye anlatıyor.
Tatil rotalarını nasıl seçiyor peki? “Bazen bohem tatil tercih ediyorum, çıplak ayakla gezebileceğim yerleri… Yerine göre konforu da tercih ederim tabii. O an neye ihtiyacın olduğuna bağlı ama hepsinden zevk alabilirim, illa çok lüks bir oda olsun gibi bir takıntım yok. Mevzu yeni yemekler yemek, yeni yerler görmek, yeni müzeler görebilmek, oyunlar izlemek…” Basit şeyler demiştim değil mi? Yaşadığımız şeyin tadına varabildiğimiz, bir saniyeliğine durup uzaktan bakınca mutlu ve tam hissettiğimiz anlar olmadan zorlaşıyor hayat… “Sana yeni hikayeler verebilecek, yeni bakış açıları katabilecek deneyimler gerekli. Yoksa dünyayı algılama biçimin küçülüyor. Yeni yerler gördükçe anlamaya başlıyorsun… Hayatında çok büyük gördüğün sorunların aslında küçük olduğunu anlıyorsun.”
Hayata bakışı ile yollara bakışı da örtüşüyor belli ki. Hadi yola çıkalım dese biri kolay kolay direksiyonu bırakmaz sanki… “Bilirim gideceğim yeri, sıfırdan çıkıp kendimi düşünmediğim bir yerde bulayım gibi bir olayım yok. Araba yolculuğu bile yapsam, varacağım destinasyon bellidir.” Oysa hayatta yollar bir destinasyona bağlı kalmıyor, sürekli değişiyor varış yerimiz ve saatimiz, Kaan da farkında bunun; “Hayatta da bu şekilde olmaya çalışsan da olamıyorsun bence. Düşünmediğin yollara girebiliyorsun, beklemediğin olaylarla karşılaşıyorsun. Ne yapacağını üç aşağı beş yukarı kestirebilmiş bir insan olsam da hayat değişken.” Bu değişkenliğe rağmen yine de rotadan şaşmamak mümkün diyebilirsek rotanın yaşamdan keyif almak olduğunu söylemek lazım, ancak o zaman anlamı oluyor gibi büyük cümleler kurasım var ama dinlemeye devam ediyorum: “Yolda olmak bence hepimiz için aynı anlama geliyor, hepimiz ilerliyoruz ama hiçbirimiz harika bir yolda değiliz. Bu çok rahat bir yol değil, mutlaka kötü şeyler oluyor, kendimize göre sıkıntılarımız oluyor. Giderken yol yokuş oluyor, yağmur oluyor, lastiğin patlıyor… O yüzden yolda olmanın tadını çıkarmamız gerekiyor.” Çok da farklı değilmiş neyse ki varacağımız anlam. “Hayatla ilgili hiçbir şeyin manasız olduğunu düşünmüyorum. Yaptığımız her hata, yaşadığımız her an sana tecrübe olarak dönüyor. Tecrübe önemli bir şeydir, ona bir mana yüklemek zorundasın. Çünkü yolun kalanında karşılaşacağın her şeye nasıl tepki vereceğini öğreten şey, sana hayatı öğreten şey de aynı zamanda. Yolun devamı için önemli. O yüzden herkesin geldiği yolu kıymetli buluyorum” derken aslında 30’lu yaşlarında olmanın güzelliğini de anlatıyor: “Eğer bir araba içindeysen o arabayı nasıl kontrol edeceğini, lastiğin patladığında nasıl değiştireceğini öğreniyorsun ve ondan sonra daha konforlu bir hayat yaşamaya başlıyorsun. Benim için öyle oldu. 30’lardan sonra özellikle yol daha keyifli geçiyor, belki 40’lardan, 50’lerden sonra daha farklı olacak.”
Kaan’ın çekim boyu giydiği Dior’un yeni koleksiyonuna ilham olan On The Road (Yolda) kitabında Jack Kerouac “En iyi öğretmen deneyimdir” der. Deneyim de yaşama cesareti ile kazanıldığı için bu sohbet biterken Kaan’ın yaşama cesaretini kutlamak gerekli diye düşünüyorum. Ve onun bu hayattaki deneyimlerinin en iyi öğretisi olan “yaşamdan keyif almayı” hatırlatıyorum kendime: “Yolda olmak bence hepimiz için aynı anlama geliyor, hepimiz ilerliyoruz ama hiçbirimiz harika bir yolda değiliz. Bu çok rahat bir yol değil, mutlaka kötü şeyler oluyor, kendimize göre sıkıntılarımız oluyor. Giderken yol yokuş oluyor, yağmur oluyor, lastiğin patlıyor… O yüzden yolda olmanın tadını çıkarmamız gerekiyor.”