Yüzünü güneşe dönen bir bahar gününde yollarımız kesişiyor Süha Derbent’le. Elinde kocaman kamerası ve biz şehirlilerin ömrü hayatında görmediği büyükçe bir ahşap cisimle birlikte... “Bunu üfleyerek çıkardığım seslerle hayvanların bana doğru bakmasını sağlıyorum” diye açıklayıveriyor; bakışlarımızdaki merakı anlamış olsa gerek. Aslında kendisi hakkında merak ettiğimiz o kadar çok konu var ki! Neticede her üç kişiden birinin yaptığı bir meslek değil onunki.
Bir insan nasıl olur da durup dururken vahşi hayat fotoğrafçısı olmaya karar verir diye sorduğumuzda çok net bir cevapla karşılık veriyor Derbent: “Çocukluğumdan beri benimsediğim temel bir davranış şeklim var: İstemediğim hiçbir şeyi yapmıyorum! Tam da bu yüzden sevdiğim işi yapmayı yani vahşi hayatı fotoğraflamayı seçtim.”
Aslına bakarsanız fotoğrafçılık, her daim doğaya sevdalı olan Derbent için uzak diyarları keşfe çıkmaya yarayan bir aracı gibi. Onun için önemli olan, sanatsal kaygıdan ziyade seyahat edebilmek, gönlünden geldiği gibi doğanın ortasında olabilmek… Seyahat fotoğrafçılığı yaptığı yıllarda fotoğraf çekmek için gezse de artık seyahat etmek için fotoğraf çekiyor.
Doğaya ve kedilere hayranlığı çocukluktan gelse de Derbent, fotoğrafçılığa 20’li yaşlarında başlamış. “Eğitim konusundan uzak, öğretilmiş bütün bilgileri yok sayarak onlar yokmuş gibi yaşamaya çalışan biriyim” diye anlatıyor. Hayatta tüm bildiklerini doğadaki tecrübelerine borçlu. Hayvanları avlanırken izlemek, strateji geliştirmek konusunda büyük dersler edinmesini sağlamış. Liderliği leoparlardan; güç, hız ve performansı doğru kullanmayı ise çitalardan öğrenmiş.
Hayvanlardan öğrendikleri kurumsal ve büyük şirketlerle temaslarında da Derbent’e yol gösteriyor. Seyahatlerini gerçekleştirebilmek ve o eşsiz kareleri yaratabilmek için sponsorlarla ilerleyen fotoğrafçı, pek çokları için sadece bir hayalden ibaret gibi görünecek projelerini doğal yaşama doğru hamlelerle entegre edebiliyor: “Sponsorluk görüşmeleri bana başta zor gibi görünmüştü ama sonra şunu fark ettim ki biz insanların hayatımız boyunca kendimize katmaya çalıştığımız bazı yetiler var. Bu yetilerin hepsi de doğada, hayvanlarda mevcut; hem de mükemmellik derecesinde! Firmaların marka değerleri, hedefleri ve vizyonları tam da bu yetiler üzerinde kurulduğu için, doğal yaşam ve hayvan davranışları üzerinden anlamak ya da anlatabilmek gerçekten de mümkün. Esas olan mükemmelliğe ulaşmak ve bunun en iyi örneği zaten doğada var.”
Derbent ayrıca on yıla yakın zamandır, doğal ortamlarında hayvanlara yakın olmak ve onların fotoğraflarını çekmek isteyenlerle birlikte seyahatlere çıkıyor, onlara bu konularda danışmanlık yapıyor. Doğanın kurallarına artık vâkıf olan ünlü fotoğrafçı, vahşi hayatla biz faniler arasında bir tür iletişim sağlıyor gibi: “Yanımdakilerin bir hayvanı sadece görmelerini değil, onu en özel davranışlarıyla izlemelerini sağlıyorum. Yanımda taşıdığım ahşap aparatımla hayvan sesleri çıkararak hayvanların ilgisini çekebiliyorum. Böylelikle unutulmaz karşılaşmalar yaşanıyor.”
Geçen yıl Ruanda hükümeti, ülkenin görsel arşivini oluşturmak üzere başlattığı projeye onu da dahil etmiş ve kendisini devlet fotoğrafçısı olarak atamış. Bu özel projenin parçası olmak bir yana, Derbent’i en çok heyecanlandıran, bu fırsattan istifade, normalde günde sadece bir saat ziyaret edilmesine izin verilen dağ goriliyle toplam on gün geçirme imkanını elde etmiş olması. Doğaya böylesine tutkun birinin bunu “Hayatımda yaptığım en değerli işti” diye anması kimseyi şaşırtmasa gerek.
Çoğu kişi, insanın vahşi doğayla bu kadar iç içe olmasını ekolojik sisteme zararlı bulsa da, düzenlenen turların aslında burayı koruduğunu anlatıyor Derbent: “Yaşadığımız dünyada paraya dönüşmeyen hiçbir şeyin korunması mümkün değil. 1900’lü yılların başında av turizmi satılırken ekoturizmin popülerleşmesiyle insanlar buralara hayvanları ve eşsiz bitki örtüsünü görmek için gelir olmuş. Tesislerin çoğu buradaki doğal yaşantıya uygun olarak yapılmış. Eğer bunlar olmasaydı ve turlar düzenlenmeseydi, yani başka bir deyişle buradan bir kazanç elde edilmeseydi, buralara çoktan fabrikalar inşa edilir, maden aranmaya başlanırdı.” Safarilerden elde edilen gelirlerin hayvanların bakımına ve bölgede sürdürülen araştırmalara aktarılıyor olması da işin diğer pozitif tarafları.
Süha Derbent, tutkusunun peşinde dünyayı dolaşsa da yolu en çok hem yaşamın hem de seyahatin en zorlu olduğu ülkelerden geçiyor. Yine de en zorlandığı kısım eve dönüş anı: “20 küsur yıldır bu işi yapıyorum, bir kere bile hayvan saldırısına uğramadık. Hatta o kadar ki, belirli bir yaştan sonra çocukları bile gezilerimize götürüyoruz. Oysa buraya gelirken yolda yaşadığım zorluğun tarifi yok.” Dünyanın en büyük kedileriyle göz göze gelmiş, özgürlüğü en saf haliyle tatmış bir adamın, trafikte egzoz dumanlarının arasında yaşadığı işkenceyi tahmin etmek güç değil.
Evet, şehrin onun için pek bir çekiciliği yok ama Derbent, modern hayatın nimetlerini de bir tarafa bırakmış değil. Özellikle teknoloji, işinin de bir parçası olduğu için rutininde belirleyici bir role sahip. Sosyal medyayı, bilhassa Facebook ve Instagram’ı aktif olarak kullanıyor, fotoğraflarıyla binlerce takipçiye ulaşıyor. Gezilere giderken yanında taşıdığı ekipmanı sınırlı tutmaya çalışsa da merakımızı celbeden o ahşap aparatıyla Sony fotoğraf makinesi ve Casio kol saati yanından asla eksik etmedikleri: “Teknolojiye düşkünüm, o yüzden giyilebilir teknolojileri kullanmayı seviyorum. Casio kol saatim tüm gezilerimde benimle; çünkü işimi büyük ölçüde kolaylaştırıyor. GPS özelliği sayesinde doğanın neresinde olursam olayım, yolumu bulabiliyorum. Ayrıca farklı bir ülkeye gittiğimde saatim kendiliğinden ayarlanmış oluyor. Dayanıklı olması ise fiziksel olarak efor sarf ettiğimiz bu geziler için ayrıca dikkate değer bir özellik.”
Peki ikisinden birini bırakacaksın deseler hangisini seçerdi; fotoğrafçılığı mı yoksa seyahat etmeyi mi? “Hiç düşünmeden fotoğraftan vazgeçebilirim çünkü benim için önemli olan seyahat etmek yani doğada olmak. Esas yaşamak istediğim, fotoğrafını çekemesem de yolunu gözlediğim hayvanla karşılaştığım anın o heyecanı… İşte onu hiçbir şeye değişmem!”