Öykü Karayel izledikçe ve dinledikçe zihninizde oturan bir karakter; biraz kapalı kutu gibi… Bu, sahne için yarattığı bir persona ya da bir savunma mekanizmasından biraz farklı; hissedebiliyorsunuz… Karşıdakinin gözünün içine bakanlardan… Hani bazen “Niye cevap vermiyor?” diye düşündüğünüz ama o sırada aslında sizi iyi anlamak için bir dakika duranlardan… Sete ilk girdiğinde verdiği izlenim ve enerjiyle röportaja empati unsurunu eklemeye karar vermişken, röportaj ilerledikçe kendine sürekli dışarıdan bakan biriyle konuştuğumu fark ediyorum; anlamayı isteyen ve bunu aktarabilecek muazzam bir yeteneğe ve doğru platforma sahip bir kadın olan Öykü’yü tanıma isteği, kapalı kutuyu açma isteği artıyor.
Daha ilk karşılaşmamızda sakinliğiyle dikkatimi çeken, ardından bunun kendisiyle ilgili genel bir algı olduğunu anlatan Öykü, bu ritmi içine dönüklüğüne bağlıyor. Sanırım ben bu içe dönüklüğü bir çeşit “anlama çabası ve karşıdakinin enerjisini dengelemek” olarak yorumladım. Biraz da ihtiyacımız olan… Onu biraz olsun izlediğinizde, her olayı bir “olgunlukla” göğüsler diye düşünüyorsunuz. O ise bunu biraz fazla kontrolcü olmaya bağlıyor; çok büyük duygu durum değişiklikleri yaşamadığını, büyük sayılabilecek duyguları “yuttuğunu” anlatıyor; "Önce süzgecimden geçirip idrak etmeye çalışıyorum. İnanılmaz bir kontrol mekanizmam var. Dur bakalım; bu duyguyu yaşamadan önce ben bir bakayım, bir analiz edeyim diyor yani. Nasıl andan çalan bir huy… Ama ben de böyle biriyim işte, yapacak bir şey yok.” Fazla hızlı ve reaktif bir iletişim döneminde olduğumuzdan Öykü’nün bu tavrı kimilerine fazla durağan geliyor sanırım… “Beğenildin, teşekkür et. Eleştiri aldın, yanıtını ver. Biri seni mi paylaştı, sen de onu paylaş…” Empati çağımızın en büyük yoksunluğu… Empati yapabilen insanlarda özellikle gözlem yeteneği gelişir. Öykü’de de bunu görüyorsunuz. Kendini ifade etme konusunda çekinceleri olan birinin, toplumsal yapıya böylesine anlatıcılık yapabilmesi muazzam. En belirgin özelliklerinden olduğunu düşündüğüm kontrol ve gözlem kavramlarının ona çağrıştırdıklarını sorduğumda; “İçimde, birçoğumuzda olduğu gib, insanı ve varoluşu anlamaya çalışan meraklı bir taraf var sadece. Oyunculuk bu merakı biraz olsun doyuran deneysel bir alan sunuyor insana aslında. Empati ve gözlem de, kendini ifade etmedeki biçim arayışı da denklemin bir parçası” diye yanıtlıyor.
Son dönemlerin sadece en çok konuşulan değil, tartışma yaratan işlerinden birinde yer alması da bu açıdan tesadüf değil… Bahsettiği “insana dair merak” yer almayı seçtiği işlerin senaryolarındaki karakterlere de yansıyor; özellikle farklı derinlikleri olan, duygu durumları, toplumsal bakış açıları değişkenlik gösteren karakterlere… Bu senaryoları “sosyal bir amaç” güderek seçtiğini düşünsem de; “Sorumluluk değil” diyor. “Sanatın böyle bir misyonu olduğunu düşünmüyorum. O yüzden bir şey söyleme derdinde olan değil de, bir şeyleri ortaya seren, 'Bir de bu var’ diyen işler daha çok cezbediyor beni. Seni kendi muhakemenle yalnız bırakan işler daha çekici geliyor bana. ‘Bir Başkadır’ da öyle bir işti benim için. Misyonunu da yerine getirdi sanki. Üstüne çokça konuşuldu, yazıldı, çizildi. Bunun bir parçası olmak heyecan vericiydi, evet.” Diyalogların güçlü olduğu metinleri, olay ve durumların öne çıktığı senaryolara tercih ettiğini okumuştum; daha rahat hissettiğini, onu daha fazla besleyen bir performans sergileyebildiğini… Bunun sebebinin de yine bahsettiği merakın peşinden gitmek olarak anlamlandırıyor. “İyi diyalogların ve hayata dair sahici anların da, biraz önce bahsettiğim merakın peşinden giderek yazıldığını düşünüyorum. Oyuncu olarak sen de o deneyin bir parçası oluyorsun o zaman. Dahası, insan olarak da seni düşünmeye ve anlamaya sevk eden değerli bir tarafı olmuş oluyor işin.” Bu deneysel alanı birlikte yakalayabildiği isimlerden biri muhakkak ki Berkan Oya. İkili geliştirdikleri ortak dil ile harika işlere imza attı; “Konservatuar yıllarımda da bazı hocalarımı delirtecek kadar minimal bir tarzım vardı. Hep, siz önce büyüğü yapın, onu küçültmek kolay; küçüğü büyütmek zor, uyarılarına maruz kalırdım. Berkan’ın o yıllar, tiyatro oyunları için bulduğu yeni form benim için biçilmiş kaftandı o yüzden. Küçük bir salonda, seyirciyle iç içe… Oyuncudaki mikrofon, seyircideki kulaklık; neredeyse sinemanın canlı bir formuydu. Daha samimi, daha gerçek, reel hayattaki eslerin, nefes alışverişlerin bile bir anlama dönüştüğü bir performans gerçekleşiyordu” diyerek oyunculuğuna ve hatta bugün olduğu kişiye katkısının çok değerli olduğunun altını çizdiği Oya’nın, profesyonel hayatının ilk yıllarını geçirdiği Krek’te kendisine çok yardımı olduğunu anlatıyor.