Madem ki işbu metinde, artık hayatta olmayan birinin mahremiyetinin ihlaline katkıda bulunacağız; bari lafa, çuvaldızı kendi ciğerimize batırarak girelim...
28 Ocak 2010’da kişiliğimin envanter testlerinde yer almayan cinsten (!) tuhaf, fena, çirkin bir yanıyla müşerref oldum. Hımbıl hımbıl yataktan kalkmış ve sabah (benim durumumda öğleden sonra) rutinime girişmiştim: Kahvemi doldurdum, bir sigara yaktım ve günün ilk haberlerini almak üzere internetin başına çöktüm. Algıda seçicilik olsa gerek; sayfa açılır açılmaz gözümün değdiği şey, yanar döner galerilerin ve flaşlı kapakların kenarında minnacık bir alan kaplamasına rağmen, ruhum gibi bildiğim bir siyah-beyaz vesikalık fotoğraf oldu. O gün okuduğum ilk haberdi: J. D. Salinger ölmüş.
Haberi gördüğümde, elimdeki kupayı düşürdüm. Kahve parkede yayılıp beyaz halıya doğru ilerlediği halde, çakıldığım yerden kıpırdamaksızın metnin dibini buldum. Bunun Salinger öykülerinden ziyade, kötü çekilmiş Yeşilçam melodramlarını andırır bir sahne olduğunu kabul ederim ama yapacak bir şey yok; aynıyla vaki...
O anki hissiyatı nasıl tarif etmeli? Üzülmesine üzüldüm, hem de çok; fakat bugün bile kulaklarımı kızartan bir utanç ve dehşetengiz bir hayret eşliğinde fark ettim ki için için biraz da sevinmekteyim... Rezil bir şey söylediğimi biliyorum ama Allah’ın bildiğini kuldan saklayacak değilim.
Bencil bir perspektif olabilir ama eğri oturup doğru konuşalım: Sevdiğiniz yazarların vefat haberi geldiğinde, herhangi bir ölüme üzülmenin ötesinde (Yazarı şahsen tanıyor olma halinden bahsetmiyoruz malum, o bambaşka bir hukuk...) bir daha kalemlerinden dökülen yeni bir şeyi okuyamayacağınız bilgisiyle de burulur içiniz. Bu manada, şu hayatta eserlerini en sevdiğim yazar olan Salinger, ben daha doğmadan ölmüştü.
Kitaplarının dünyanın dört bir köşesinde darphane performansıyla üretilen baskılarını saymazsak, “taze” bir metin olarak yayımlanmasına izin verdiği son öyküsü Hapworth 16, 1924’ün The New Yorker’ın sayfalarına dizildiği sene, 1965’ti.
Her gün düzenli olarak yazmaya devam ettiği bilindiği halde, bir daha tek bir satır yayımlatmadı. Yeni bir işini göstermediği gibi, kitaplaşmış eserleri haricinde, vaktiyle dergilerde yayımlanmış öykülerinin derlenip basılmasına da müsaade etmedi.
Bu dünyadan göçtüğü 27 Ocak 2010’a dek geçen 45 yıl boyunca istiflediği metinleri okuyabilmenin ancak (o da küçük bir ihtimalle) vefatından sonra mümkün olabileceği, söylendi, yazıldı çizildi durdu...
Bu mevzu o kadar çok çiğnendi ki hani gerçekten telekineziyle ölüm diye bir şey olsaydı, Salinger yaşının getirdiği doğal sebeplerle son nefesini verdiği 91’ini göremeyebilirdi.
Dokuz yıldır şifreleri çözen adam
Hayat, maalesef olumlu anlamda pek şaşırtmıyor. Salinger’ın ölümünün üzerinden geçen üç yıl da, bu anlamda istisna teşkil etmedi.
Elbette yeni bir eseri gün yüzüne falan çıkmadı (Kuvvetle muhtemelen Salinger, vârislerine ve avukat ordusuna gerekli vasiyeti bırakmak suretiyle gitmeden önlemini almış, beklenti içindeki okurun edebi hevesini, ebediyen kursağına gömmeyi çoktan garantilemiştir).
Dahası, onun yerine korkulan oldu: Mahremiyeti münzevilik boyutuna vardıran, gerekmedikçe New Hampshire, Cornish’teki evinden çıkmayıp kapısına dayanan davetsiz misafirleri silahla kovalamaktan da imtina etmeyen, dönem dönem çekirdek ailesinin fertlerinin bile suratına bakmamacasına az sayıda insanla görüşen, nadir röportajlarının sonuncusunu 1980’de veren, bırakın medyayla yüz göz olmayı, 88’de postane çıkışında kendisini görüntülemeyi beceren New York Post muhabirine yumrukla girişen Salinger’ın özel hayat deşifrasyonları, peş peşe huzura gelmeye başladı.
The Catcher in the Rye (Çavdar Tarlasında Çocuklar) başta olmak üzere kitap kapaklarını tasarlayan Michael Mitchell’a; 1938 yılında, II. Dünya Savaşı sırasında tanışıp 40 yılı aşkın süre ilişkisini koparmadığı İngiliz dostu Donald Hartog’a; 41-43 yıllarında henüz tanınmamış, çiçeği burnunda bir yazarken uzaktan flört ettiği, Toronto’da yaşayan Marjorie Sheard’e; daha ileriki yıllarda Hint Guru Nikhilananda’ya yazdıkları derken... Birkaç yıldır müzayedeye çıkarılan ya da müzelere bağışlanan J. D. Salinger mektuplarının haddi hesabı yok.
Şimdilerdeyse, mevzu Salinger’ın özel hayatını faş etmekse, bu konuda erken kalkıp epey yol aldığı neden sonra ortaya çıkan Shane Salerno sayesinde müteveffanın kulaklarının bol bol çınlatılacağı muhakkak. Salerno, 6 Eylül’de ABD’de vizyona girecek olan Salinger isimli bir dokümanter çekmekle kalmadı, aynı zamanda David Shields’la birlikte The Private War of J. D. Salinger (J. D. Salinger’ın Özel Harbi) adlı 750 sayfalık bir biyografi de kaleme aldı.
Salinger dokümanterinin dağıtımını, düştüğü yerden bir avuç toprakla kalkan, düşmediği zamanlarda da tuttuğu zaten altın olan Harvey Weinstein’in şirketi The Weinstein Co. üstlenmiş durumda. Bununla birlikte TV yayın hakları da önümüzdeki ocak ayında American Masters programında yayınlanmak üzere şimdiden PBS’e satıldı.
Salinger’ın yazarı, yönetmeni ve yapımcısı, 72 doğumlu Shane Salerno, akranları yumurtaya “gokko” derken, senarist olarak adım attığı sinema ve televizyon piyasasında, “piyasa”nın hakkını vermiş bir isim.
Henüz 24’ündeyken, vizyona girdiği yılın (1998) en büyük gişe hasılatını yapan Armageddon’un senaristlerinden biriydi. İlerleyen yıllarda Shaft, Savages, Aliens vs. Predator: Requiem benzeri, sinefillerden ziyade Hollywood stüdyolarının ve TV kanallarının yüzünü güldüren birçok projenin künyesinde, kimi zaman yazar, kimi zaman yönetmen, kimi zaman da yapımcı olarak yer aldı.
Meğer 10 yıla yakın zamandır, bir yandan da kafayı bozmuş bir şekilde Salinger’ın hayatını deşmekle meşgulmüş. Aralarında Gore Vidal, Tom Wolfe, John Guare, Robert Towne vb. kalem erbabının yanı sıra Edward Norton, Philip Seymour Hoffman, John Cusack, Danny DeVito gibi popüler Hollywood yıldızlarının da bulunduğu 200’e yakın isimle röportajlar yaparak dokümanteri hazırladığı dokuz yılı aşkın zaman diliminde, kendi cebinden 2 milyon dolara yakın para harcamış.
Sinema tarihinin en önemli oyuncu, yazar ve ünlülerinin Salinger ile fikirlerini ve tecrübelerini paylaştığı, sınırlı sayıda sinema salonunda gösterime girecek belgeselin ikinci fragmanı da artık yayında.
Sadece dünyanın en önemli ve ünlü yazarlarından olduğu için değil, aynı zamanda özel hayatında yaşadığı çalkantılı olaylar ve "ünlü olmak" dediğimiz kavrama tüm ruhuyla ve bedeniyle direnmesiyle tanıdığımız Salinger tüm gerçekliğiyle seyirci karşısına çıkıyor.
Oğlu açıklıyor: Bizim ilişkimiz yok
Fragman haziran ayında gösterime sunulduğundan beri de süjesinin gizemli karizmasından nemalanmaya yönelik bir pazarlama politikası güdülüyor. Bir gizem muhabbetidir gidiyor. Festival komiteleri de dahil kimseciklere ön gösterim yapmamaktan tutun, neredeyse hiç röportaj vermeyip gerçekleştirilen az sayıda söyleşide de içeriğe dair bilgi koklatmamaya kadar, mümkün mertebe “a la Salinger” bir yaklaşım sergileniyor.
Tek tük röportajlarından birinde, dokuz koca yılını ve 2 milyon dolarını niçin bu projeye harcadığını Los Angeles Times’a şöyle açıklıyordu Salerno: “Salinger, kültürümüzü derinden etkilemiş bir figür olmakla birlikte tam bir muamma. Konuşmayı reddettiği için, adamı eserleri üzerinden okuma gayretini, yarım asırdır süren popüler bir oyuna dönüştürdük neredeyse. Halbuki hayat hikayesi, yazdığı hemen her şeyden daha etkileyici. Benim anlatmak istediğim de bu: Onun, ismini sarmalayan efsaneden öte, gerçek hayatı... Dokuz yıl önce bu işe girişirken aklımda üç soru vardı... Bir: Neden yazdıklarını yayımlatmayı bıraktı? İki: Niçin inzivaya çekildi? Üç: 45 yıl boyunca ne yazdı?”
Haberin devamı GQ Türkiye Eylül sayısında ve iPad edisyonunda