Her bir bölümünü izledikten sonra kendimi yatakta tavana bakarak, teknolojinin ve geleceğin başımıza açacağı güzellikler ve dertler arasında hararetli bir şekilde düşünürken buluyorum. Bir süre ara veriyorum, “Yapamayacağım” diyorum ama kısa bir süre sonra kaldığım yerden devam ediyorum. Ve elbette, başından ayrılamıyorum. Bu konuda yalnız olmadığıma eminim. Her seferinde ‘Olmaz böyle şey’ demeye hazırlanırken içinde bir yerde, hayatımıza çok yakın, her an yaşanmaya hazır bir detaya rastlıyorum ve kaygıyla karışık heyecanlanıyorum.
Black Mirror’ın 29 Aralık’ta gösterime girecek altı bölümlük dördüncü sezonu, hiç olmadığı kadar karanlık ve gerçeğe yakın. Hepimizin hayatına bir yerden dokunacağı, can sıkıp düşündüreceği kesin. Yeni sezonun ‘Metalhead’ bölümünde, Black Mirror’ı ilk kez siyah-beyaz izlemeye hazırlanın. ‘Arkangel’ ve ‘Crocodile’ bölümlerinde, tanışacağınız yeni cihazlarla kafanızı kurcalayın. ‘Hang the DJ’i izlerken ise modern flörtleşme ve beraberinde gelen aplikasyonlarla sonumuzun nereye gidebileceğine bir göz atın ama kendinizi kaptırmayın.
Sıra dışı, kışkırtıcı ve kapkaranlık… Peki Black Mirror bölümlerinin fikirleri nereden geliyor?
Fikirlerin çoğu aramızda yaptığımız muhabbetler sırasında ortaya çıkıyor. Korkunç ve karanlık bir mizaha sahip sohbetlerimiz sırasında... Biraz da fantezi yapıyoruz. Bazen bu kombinasyon, başı baş dolaşan bazı yarım kalmış fikirlerin karşılaşması ve birbirlerini tamamlamasıyla gerçekleşiyor. O aklımızda dolanan irili ufaklı fikirler bizde hiç tükenmiyor. Bazen de eski bölümlere “Neler yaptık, neler yapmadık” diye bakmak için geri dönüyoruz. Bazı fikirler de bu aşamada oluşuyor.
Bu yeni sezon, öncekilerden ne şekilde ayrılıyor?
Yeni sezon farklı hikâyeler, tonlar ve üsluplardan oluşuyor. Her şey çok estetik görünüyor; diğer sezonlardan farklı hissettiriyor. Daha hırslı, daha kapsamlı… Bir önceki sezonda, Black Mirror’ın her zaman karamsar ya da iç karartıcı olmak zorunda olmadığını gösterdik. Kışkırtıcı, inandırıcı olabilir; farklı hisleri canlandırabilir. Bu sezon ise izleyenleri daha çok şaşırtacak.
Ama hâlâ bildiğimiz Black Mirror tadında mı olacak?
Kalbinde Black Mirror DNA’sı olacak. Yine dışarıdan bakarak teknolojinin bize ne gibi olanaklar sağladığını ve aynı zamanda hayatlarımızı ne kadar sınırladığını sorgulamaya devam ediyoruz. Yalnız bu sefer, bambaşka bir tona sahibiz.
Dizide karşımıza çıkan teknolojiler, cihazlar günümüzden çok uzakta bir zamana aitmiş gibi dursa da o kadar da yabancı gelmiyor bize. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Aslında ürün tasarımı, işin büyük bir kısmını oluşturuyor. Cihazların nasıl görünmesi gerektiğine dair çok kafa yoruyoruz. Çok uzak gibi dursa da bir noktada akla uygun olmasını istiyoruz. Mesela yeni sezondaki ‘Arkangel’, çok ileri düzey teknolojik bir cihaz ama erişimi ve kullanımı çok tanıdık: Bir tür iPad gibi. Evet, üzerinde hologramların dolandığı bir iPad ama görüntüsü ve tasarımıyla bildiklerimizden pek farklı değil.
Peki yeni sezonda uzaya gitme fikri nerden çıktı?
Özel efektlerin yoğun kullanıldığı bir bölüm çekiyorduk ve bir anda, şimdiye dek hiç kullanmadığımız özel teknikler üzerine konuşmaya başladık ve uzayı hiç konu etmediğimizi fark ettik. “Black Mirror’ın uzay versiyonunu nasıl yaratabilirdik?” Beklenmedik olmasını, izleyicinin neye uğradığını şaşırmasını istedik ve böylece ‘USS Callister’ bölümü ortaya çıktı.
Bildiğimiz kadarıyla dizideki karakterleri canlandıracak oyuncuları seçerken oldukça farklı bir yöntem seçiyorsunuz…
Bazen karakterlerin cinsiyeti ya da etnikleri senaryo içerisinde belirlenmemiş oluyor, bazen de yazıldıktan sonra değişiyor. Mesela bu sezon çok fazla kadın baş rol oyuncu var ama ‘Crocodile’ bölümünün senaryosunda başrol ilk başta erkekti. Senaryoyu Andrea Riseborough’a yolladığımızda bize ‘Hikâyeyi çok beğendim ama başrolü oynamak istiyorum’ diyerek cevap verdi. Biz de geriye dönerek karakter üzerinde birkaç değişiklik yaptık. İsimleri aynı tuttuk ama…
Anlattığımız konuların hepsi evrensel. O yüzden herkese uyarlanabilir. Yine de bölümler arasında karakter çeşitliliği sağlamak bizim için önemli. Aksi takdirde her bölümde aynı karakteri izliyormuş gibi hissederdiniz ve elbette, çabuk sıkılırdınız.
Fikirler her zaman size mi ait yoksa ‘dışarıdan desteğe’ de açık mısınız?
Bunu örnek vererek anlatayım: Yeni sezondaki Black Museum’u oluşturan üç hikâyeden biri Pen & Teller’dan Pen Jilette’e ait. Bir gün bana mesaj atarak öğle yemeğine davet etti. Yemek sırasındaki sohbetimizde de harika bir fikir önerdi. Sonrasında bunu bölümü oluşturan hikâyelerden birinde kullandık.
Bölümün sonuna geldiğimizde artık fikrin kime ait olduğunu söylemekte zorlanıyorum; bir noktadan sonra ‘senin’ fikrin olmanın çok ötesine gidiyor çünkü.
İlk başta kendi aramızda oluşan fikirler, odanın içinde dört dönüyor. Yorumlar yapılıyor ve sürecin tamamlanması için aramıza mutlaka, bu fikirlerden bağımsız birinin katılması gerekiyor. Bu anlamda, tamamen paylaşarak ilerliyoruz. Sonrasında bu sürece sanat ekibi de katılıyor. Benim işim ilk iskeleti kurgulamak ve senaryonun nasıl gözükmesi gerektiğini tanımlamak.
Bittiğinde ise ilk başta düşündüğüm şeyi kafamda canlandıramıyorum. Çünkü her gelen o iskelete eklemeler yapıyor. Evet, çok fazla fikirle ortaya çıkıyorum ama bölüm bittiğinde o sadece benim fikrim olmaktan çıkıyor.