Bir Beatles biyografisinden daha “muhteşem” ne olabilir? Dört tane olması. En azından Sam Mendes’in mantığı bu yönde. Mendes, Nisan 2028’de her bir grup üyesine özel dört ayrı Beatles filmi çekmek üzere işe koyuldu. Liverpool’un en müzik dolu evlatlarını canlandıracak oyuncularla ilgili söylentiler ve neredeyse kesinleşen haberler aylardır ortalıkta dolaşıyordu, ama artık elimizde kesin bir kadro var: John Lennon rolünde Harris Dickinson, Ringo Starr’ı Barry Keoghan canlandıracak, George Harrison rolünde Joseph Quinn var, Paul McCartney’i ise Paul Mescal oynayacak.
Bu da, müzik tarihinin muhtemelen en güçlü albüm kataloğunu tekrar ziyaret etmek için harika bir bahane. Beatles, kimsenin bilmeye ihtiyacı olmadığı üzere, pop müziği defalarca baştan yarattı—hem kusursuz şarkı yazarlıklarıyla hem de stüdyodaki bitmek bilmeyen yaratıcılıklarıyla. Ve bunu onlarca yıla yayılarak değil, yalnızca yedi yıl içinde yaptılar: İlk stüdyo albümleriyle sonuncusu arasında sadece bu kadar zaman var ve arada yarım düzine evrensel başyapıt bulunuyor. İşte bizim sıralamamız; elbette tartışmaya açık.
Beatles’ın kataloğunda gerçekten kötü bir albümün olması, bir bakıma rahatlatıcı. Evet, çok yetenekliydiler ama kusursuz değillerdi—tıpkı bizim gibi insandılar. Yellow Submarine, aynı isimli eğlenceli animasyon filmin biraz da baştan savma bir film müziği albümü. Albümde yalnızca dört yeni Beatles şarkısı var; bunlardan “Only a Northern Song” ve “It’s All Too Much”, George Harrison tarafından yazılmış iki psikedelik delilik örneği. Daha önce yayımlanmış “Yellow Submarine” ve “All You Need Is Love” da birinci yüzü tamamlıyor. İkinci yüz ise tamamen George Martin’in hoş ama biraz yapay duran film müziği alıntılarına ayrılmış.
Şimdi en başa, yani 1963’ten 1965’e kadar hızla yayımlanan ilk beş albüme dönüyoruz. Bu, The Beatles’ın kariyerinin dikey bir şekilde yükselişe geçtiği dönemdi. O zamanlar, ağırlıklı olarak cover şarkılar çalan ve oldukça disiplinli bir kulüp grubu olmaktan çıkıp, hayranların çığlıklarının sahnedeki seslerini bastıracak kadar çılgınca sevilen bir fenomene dönüşüyorlardı. With the Beatles, grubun ikinci albümü: 14 parçalık kısa ve enerjik rock’n’roll şarkılarından oluşuyor; bunların yaklaşık yarısı Beatles üyeleri tarafından yazılmış. Bu şarkılardan biri, önce Rolling Stones tarafından kaydedilen ama burada Ringo’nun güçlü ve bluesvari vokaliyle söylenen “I Wanna Be Your Man”. (Blues demişken: Chuck Berry’nin “Roll Over Beethoven” cover’ı da oldukça eğlenceli.)
Dördüncü albüm ve biraz hırpalanmış bir ruh hali taşıyor. Albüm ismi ve kasvetli kapağı, grubun bu dönemde bitmek bilmeyen turneler ve stüdyo kayıtlarıyla ne kadar yıprandığını ele veriyor. Müzikal anlamda da bir pürüzlülük söz konusu – stüdyoda artan deneysellikleri bu etkiyi bastırmak yerine daha da belirginleştiriyor ve albüm genel olarak blues ve country etkileriyle süzülmüş gibi duruyor. Bob Dylan’la tanışmaları, daha sert ve içe dönük şarkıların ortaya çıkmasına yol açtı – “I’m a Loser” ve “Baby’s in Black” gibi parçalar, isimlerinin de çağrıştırdığı üzere, grubun alışıldık neşeli havasından oldukça farklı. Bu parçalar, grubun erken dönem üretiminden bir-iki adım uzakta duruyor.
Bu albümün eşlik ettiği film, dünyayı dolaşan çılgın ve dengesiz bir komedi – konusuna değinmeye bile gerek yok. Ama albüm, grubun pop müzikteki yenilikçi tarzına iyice oturduğunu gösteriyor. “Yesterday”de kullanılan yaylı dörtlüsü, Beatles’ın en kalıcı parçalarından birine dönüştü. Help!, grubun "imparatorluk dönemi" olarak anılacak Rubber Soul öncesindeki son albüm ve burada yer alan kimi dâhiyane fikirler – mesela “Ticket to Ride”daki kekelemeli davul ritmi – henüz tam olarak olgunlaşmamış olsa da bu haliyle de ayrı bir çekiciliğe sahip.
Bu, The Beatles’ın yayımlanan son albümüydü – her ne kadar Abbey Road’dan önce kaydedilmiş olsa da, resmi dağılmalarından bir ay sonra, Mayıs 1970’te piyasaya çıktı. Bu yüzden albüm, kaçınılmaz bir hüzün havası taşıyor: en parlak sanatsal ortaklıklardan biri, küskünlükle – ve belki daha da kötüsü, umursamazlıkla – dolu bir süreçte son bulmuştu. Albümdeki müzikler, tıpkı grubun çoğu kaydı gibi harika, ancak önceki albümlerin zirvelerine ulaşmıyor. Bu kez stüdyo efektlerine daha az ağırlık verilmiş, ayrıca bazı parçalarda süper prodüktör Phil Spector’ın eklediği koro ve orkestra düzenlemeleri Beatles üyeleri arasında tartışma yaratmıştı. Ama dürüst olalım: O görkemli enstrümantal süslemeler olmadan “Let It Be”yi hayal edebiliyor musunuz?
Öncelikle: Albümle aynı adı taşıyan film (Help!’ün aksine) gerçekten harika ve bugün biraz göz ardı ediliyor – şöhrete dair zeki ve ince bir yorum, günümüzde çıkan en akıllı ve meta işler kadar zekice. Albüm ise baştan sona çok iyi – diğerlerine kıyasla daha pop ağırlıklı ve klasikleşmiş parçalarla dolu (özellikle başlık parçası ve “Can’t Buy Me Love”; ayrıca Latin ezgiler taşıyan “And I Love Her”da Ringo’nun yankılı perküsyonu da özel bir övgüyü hak ediyor). George Harrison’ın parlak 12 telli gitar tonu ise, o dönemde grubun yaratıcılığının nasıl göz kamaştırıcı bir noktaya ulaştığını tek başına anlatmaya yetiyor.
The Beatles’ın ilk albümü, gerçekten bir “öncesi ve sonrası” anıydı – Oz Büyücüsü filmindeki siyah-beyazdan renkliliğe geçiş gibi, ama pop müzik için. Grup, Avrupa’daki kulüplerde sahne alan sayısız gruptan biri olmaktan çıkıp kültürel bir fenomene dönüştü. Please Please Me bugün sabit bir eser gibi dursa da, aslında oldukça belirsiz ve deneme-yanılma dolu bir süreçten doğdu: birkaç özgün şarkı ve birkaç cover, hepsi (single’lar hariç) 11 Şubat 1963’te, adeta canlı bir konser gibi tek bir günde kaydedildi. “I Saw Her Standing There”daki vokal uyumları; “Love Me Do”daki (bu sefer ağız armonikasıyla çalınan) enstrümantal riff – grubun DNA’sının büyük kısmı en başından beri oradaydı. Final parçası “Twist and Shout”un sonunda duyulan o uyumsuz çınlama, müziğin altüst oluşunun sesidir.
Aralık 1965 ile Eylül 1969 arasında The Beatles, pop müzik tarihinin en büyük başyapıtları arasında yer alan beş albüm çıkardı. Bunları sıralamak neredeyse saçma bir egzersiz. Ama sadece neredeyse. Revolver, bu beşlinin ikinci albümü ve aynı zamanda Beatles’ın “ciddi anlamda tuhaflaşmaya” başladığı ilk albüm. Artık sadece arada bir içilen ot değil, asit etkisi her yerde hissediliyor; tuhaf enstrümanlar kullanılmış, sıradan enstrümanlar ise tuhaf şekillerde kaydedilmiş; sesler uzatılmış, ters çevrilmiş ve adeta parçalanmış – “Tomorrow Never Knows” gibi zihin büken bir örnekte olduğu gibi. Eğer eleştirilecek bir yönü varsa, o da stüdyo deneyleri ve şarkı yazımındaki dahiliklerin (özellikle “Here, There and Everywhere” olağanüstü güzeldir) diğer albümlerdeki kadar kusursuz şekilde bütünleşmemiş olması olabilir.
Kronolojik olarak Beatles’ın başyapıtlarının ilki olan Rubber Soul, tam anlamıyla avangart bir albüm olmayan tek başyapıtları. Onun kalitesi biraz daha ince, daha içten bir derinliğe sahip. Grup için kökleriyle son yıllarında çıktıkları o yıldızlararası âlem arasında bir dönüm noktası işlevi görüyor. Önceki albümler klasik yöntemlerle ve hızlıca kaydedilmişti; Rubber Soul ise Beatles’ın zaman ayırmaya ve teknik olarak denemeler yapmaya başladığı yer. Örneğin “In My Life”daki piyano solosu yarı hızda kaydedilip sonra hızlandırılmış; “Norwegian Wood”da ise George Harrison’ın sitarı kullanılmış – bu, grup için tamamen yeni bir yön.
The Beatles’ın sayısız yeniliğinden biri de şu: dağınık, karmaşık ama dâhiyane bir çift albüm formatı. Albüm, ironik biçimde son derece sade sunulmuştu – resmî adı sadece The Beatles, grubun ismini taşıyor ve kapağı dümdüz beyaz. Bu neredeyse bir şaka gibi: çünkü albümü dinlemeye başladığınızda, hiçbir şey sade değil. Var olan her türden pop müzik (ve henüz icat edilmemiş birkaç tür) bir şekilde bu albümde yer buluyor; içinde mizahi şarkılar (“Rocky Raccoon”), deneysel-avangart parçalar (“Revolution 9”) ve melodik mükemmelliğin zirveleri (“Blackbird”) var.
Bu da bir başka “öncesi ve sonrası” anı – belki de Beatles’ın ilk albümünden bile daha köklü bir kırılma. Çünkü eğer Please Please Me modern popun başlama işaretiyse, Sgt. Pepper’s da albüm formatını pop müziğin temel taşı hâline getiren eser oldu. Uzunçaların (LP) yalnızca single’ların toplandığı bir format olduğu fikri burada tamamen yerle bir edildi – hem de büyük bir gösterişle. Komik olan şu: bütün o “konsept albüm” yaklaşımı ve stüdyo yenilikleri (mesela “A Day in the Life”taki dünyayı yutan piyano akoru) aslında nostaljik sözlerle bir araya geliyordu – “When I’m Sixty-Four” gibi parçalar, grubun anne-babalarının dinlediği müzikhol dönemine bir selam niteliğindeydi. Neyse ki, bu albüm dünyanın en meşhur müzik koleksiyonlarından biri. Ve bu arada: “She’s Leaving Home”, Beatles külliyatındaki en iyi şarkı sözlerinden biri olarak yeterince takdir edilmeyen gizli bir mücevherdir.
Ama The Beatles, Abbey Road’u da yaptı. Bu, birlikte kaydettikleri son albümdü; kayıt sürecinde grup dağılmanın eşiğindeydi. Tüm bunlara rağmen, muhteşem bir finalle veda ettiler. Abbey Road’un en iyi Beatles albümü olduğunu neden gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz? Çünkü grubun tüm yeteneklerini en iyi şekilde ortaya koyuyor: George Harrison, “Something” ve “Here Comes the Sun” gibi iki muhteşem parça ile öne çıkıyor – özellikle ikincisi, Ringo Starr’ın harika davul geçişleriyle taçlanıyor. Albümün sonunda yer alan 16 dakikalık medley (şarkı geçişleriyle oluşturulan bütünlüklü yapı), Beatles’ın karmaşık ve alışılmışın dışında şarkı yapılarına olan ilgisinin zirvesi niteliğinde. Albüm aynı zamanda hem heavy metal’i (“I Want You (She’s So Heavy)”) hem de elektronik müziği (yoğun şekilde kullanılan Moog synthesizer’la) önceden haber veriyor. Hem çok iyi geliştirilmiş ve kendine güvenli bir iş, hem de hala önceki albümlerindeki kadar meraklı ve keşif dolu. Belki de kaydedilmiş en iyi müzik dizisi olabilir.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.