2025 yazı kimin olacak? Muhtemelen Lorde’un. Coachella’daki başrol performansı sırasında ekranda görünen bir mesajla 26 güçlü adayı sıralayan Charli XCX – Lorde, Bon Iver ve Yung Lean gibi müzisyenlerden David Cronenberg ve Joachim Trier gibi sinemacılara kadar – pek çok ismi aday gösterdi. Ama gerçek anlamda tek bir kazanan var gibi görünüyor.
Ve artık Lorde’un bu saltanatının nasıl görüneceğine dair küçük ipuçlarımız var. Dördüncü albümü Virgin, 27 Haziran’da çıkıyor ve albümün yönünü belirleyen şey keskin bir duygusal netlik gibi görünüyor. Albüm kapağı bir pelvis ve kemer tokasının röntgen görüntüsü; duyurusunda Lorde, albümün “renginin şeffaf olduğunu” söylüyor: “Banyo suyu, pencere camı, buz, tükürük gibi.”
Çıkış parçası “What Was That”, gelecek olanlar hakkında son derece umut verici: MDMA etkisi altındaki bir ilişki enkazını konu alan, 2010’ların indie pop havasında bir parça. Albüm çıkana kadar, Yeni Zelanda’nın en iyisinin şimdiye dek çıkardığı en iyi şarkıları burada, sıralamalı şekilde.
Bu tam olarak ne? 2025’teyiz ama Lorde bizi en az on yıl öncesine, 2010’ların o baş döndüren ilk yıllarına götürüyor. O dönemin belirleyici unsurları olan nabız gibi atan synth’ler ve yarı söylenip yarı bağırılan nakaratlar – ki bu sound’u şekillendiren isimlerden biri de Lorde’un ta kendisiydi – burada tekrar sahnede. Bu yüzden şarkının, geçmiş ama hala unutulmamış bir ilişkiyi anlatan, parıltılı nostalji dolu sözlere sahip olması gayet yerinde. Bu ilişki, Lorde’un karşısında içki içen arkadaşlarından bile daha gerçek hissettiriyor. Lorde, kendisini yıldız yapan bu tarzı tekrar benimsiyor ama bunu en ufak bir yorgunluk belirtisi olmadan yapıyor. Bu, gelecek için iyiye işaret.
Lorde’un 2021 tarihli üçüncü albümü Solar Power, akustik ve hafif psikedelik havasıyla alışılmışın dışında bir yön çizmişti. Ardından, albümdeki bazı şarkıları Yeni Zelanda’nın yerli halkı olan Maorilerin diliyle, yani Māori dilinde, Hinewehi Mohi ve Tīmoti Kāretu gibi müzisyen ve akademisyenlerin yardımıyla yeniden kaydetti. Lorde, bu fikrin kendisine doğal geldiğini çünkü orijinal albümün de doğaya ve mekâna kök salmış olma teması taşıdığını açıklamıştı. Hem albümle aynı adı taşıyan “Solar Power” hem de onun Māori versiyonu olan “Te Ae Mārama”, huzur veren derecede parlak ve etkileyici.
Lorde’un ikinci albümü Melodrama, bir bakıma inanılmaz bir soğukkanlılık başarısıydı: 17. yaş gününden hemen önce çıkan, büyük ses getiren ilk albümün ardından, en az onun kadar – hatta belki de daha fazla – beğenilen bir albümle geri dönmek. Ama kalitesi sadece hit parçalara değil, albümün derinlerine de yayılıyor; bunun en güzel örneği de “The Louvre”. Parça, özellikle kapanıştaki Bruce Springsteen’i andıran gitar riff’iyle görkemli ve sürükleyici, ama aynı zamanda eğlenceli de: nakarattaki her “boom”la sesini kademeli olarak alçaltması, adeta kendi kendine pitch-shift (ses perdesi değiştirme) yapması gibi.
Bir diğer “gizli hazine” de iki bölümlük “Hard Feelings/Loveless”. İlk bölüm, Lorde’un ustalıkla kotardığı elektronik baladlardan biri; metalik, cayırtılı bir synth melodisi, parçaya tam dozunda bir gerilim katıyor. İkinci bölüm ise net ve ritmi drum machine’le belirlenmiş, üzerine serpiştirilmiş tatlı melodi dokunuşlarıyla bezeli – tam bir Lorde imzası. Phil Collins’in “In the Air Tonight” parçasındaki davul solosunun örneklenerek bu iki kısmı birbirine bağlamasıysa tam anlamıyla müzikal bir cüret; ama işe yarıyor.
Bu parça Heroine’den bile daha eski – aslında Lorde’un ilk EP’sinde yer alıyor. The Love Club EP, aşağıda daha ayrıntılı bahsedeceğimiz “Royals”ı içeriyor ama albüme adını veren bu parça da tam bir hit: yalpalayarak ilerleyen bir davul ritmi, akıcı bir koro melodisi ve funk esintili bir synth bas; hepsi birlikte son derece zeki ve eğlenceli bir şarkı oluşturuyor. Hafifçe Talking Heads’in yan projesi Tom Tom Club’ı andırıyor ama aynı zamanda, doğası gereği, %100 Lorde. Üstelik bu şarkıyı yazdığında henüz 15 yaşındaydı. “Erken gelişmiş” demek az kalır.
Bu şarkıyı sadece bir şarkı olarak düşünmek zor, çünkü zamanla temsil ettiği şeyler çok büyüdü: Lorde’un olağanüstü yeteneği; internet üzerinden viral olmanın, bazı kültürel parçaları nasıl kaçınılmaz hale getirdiği; 2010’ların pop müziğine damgasını vuran o sade ve net minimalizm; hip-hop’un seslerinin ve göstergelerinin ana akım pop müziğe öyle bir nüfuz etmesi ki, bazen bu iki türü ayırt etmek imkânsız hâle gelmesi… Bunların hepsi doğru. Ama bunları bir kenara bırakırsak, elimizde belki Lorde’un en iyi şarkısı değil ama kesinlikle en iyilerinden biri var.
Lorde’un bir başka başarısı: İkinci albümünde “Royals” kadar etkileyici bir şarkı sunmak ve böylece kendi repertuvarındaki ağırlığı daha dengeli bir şekilde dağıtmak. “Green Light”, belki “Royals” kadar özgün değil ama şarkı yazımı açısından bakarsak, muhtemelen daha iyi. House havası taşıyan piyano akorları bizi saf bir pop nakaratına taşıyor, bu nakarat geldiği kadar aniden kaybolup ikinci kıtaya geri dönüyor. Sonra ikinci nakarata doğru tekrar bir yükseliş başlıyor ve bu bölüm, adeta kendi varlığından sarhoş olmuş gibi, tekrar tekrar döngüye giriyor. Pop müziğin bu kadar doğal ve içten duyulması, ciddi bir ustalık ister.
Lorde yakın zamanda bu remix üzerinde Charli XCX ile çalışmanın ona “gerçekten iyi geldiğini” ve Virgin albümünde yaratıcı sürecine katkı sağladığını söyledi. Ki bu hiç şaşırtıcı değil — çünkü bu parça, geçen yılın en ilginç müzikal hikâyelerinden biriydi. Önce, orijinal versiyonda anlatılan gizemli yıldızın — “şiir yazmakla ilgili olan”, partilemeyi seven Charli’nin tam zıttı bir karakterin — aslında Lorde olduğu söylentileri çıktı. Charli, Brat albümü çıkmadan hemen önce Lorde’a bunun gerçekten o olduğunu söyledi, ardından bunu kamuya da açıkladı. Sonra, artık klasikleşmiş tabirle, remix’te “arasını düzelttiler”. Ama bu parça bir remix’ten çok, hikâyeye devam eden bir devam bölümü gibi: şarkının duygusal içeriğini — bir meslektaşla yaşanan güvensiz bir ilişkiyi — yeniden şekillendirerek arındırıcı bir çözüme ulaştırıyor. Hepsi çok zekice ve “meta”, ama en önemlisi: hala müthiş bir parça.
Yaşlanma kaygısı herkes için tanıdık bir duygudur. Ama 16 yaşında birinin bunu dile getirmesi — ergenliğin getirdiği o baş döndürücü heyecanın, çocukluk masumiyetinin kaybıyla birlikte geldiğini söylemesi — özellikle dokunaklıdır. Bu, hem derin bir hüzün barındıran hem de yapısal olarak son derece zarif bir şarkı. Buradaki koro vokallerinin katman katman yayılması, Lorde’un tüm diskografisindeki en iyi kullanım olabilir. “Ribs”i bu kadar özel ve dengeli yapan da bu: gençliğin ham duygularını barındırırken, genellikle yaşla gelen bir ustalıkla inşa edilmiş bir parça.
Spotify dinlenme sayılarına göre, “Team” yalnızca “Royals”ın ardından ikinci sırada. Üstelik bu iki şarkı birbirine çok benziyor: güçlü davullar ve maddi bolluğa karşı alaycı bir tavır. Ama “Team” daha iyi – ve eğer çıkış takvimi gibi rastlantısal şeyler olmasaydı, muhtemelen Lorde’un imza parçası da bu olurdu. Şarkının sözlerinde yaratılan büyük hayal dünyası — “Çağırın tüm kadınları / En şık halleriyle gelsinler / Yüzlerce mücevher boğazlarda / Yüzlerce mücevher dişler arasında” — bir anda nakaratla alaşağı ediliyor. O gösterişli sahne, sade ama etkili bir dizeyle bir kenara atılıyor: “Biz birbirimizin takımıyız.” Bu kadar basit bir cümlenin daha önce hiç söylenmemiş olması neredeyse inanılmaz. Lorde’un kariyerinde muhtemelen daha nice zirveler olacak, ama bu şarkılar asla ışıltısını yitirmeyecek.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.