Ralph Fiennes'ı düşününce aklımıza istemsizce, hatta fazlasıyla “İngiliz” biri geliyor. İsmi geçtiğinde, hemen Shakespeare oyunlarını beyazperdeye taşıyan oyuncular arasında yerini alıyor; Eton’daki yemek salonlarını dolduracak kadar RP (Received Pronunciation) aksanlı rolü var desek yeridir. Bond filmlerinde, Judi Dench’in klasik İngiliz soğukkanlılığını devralan, ifadesiz ama disiplinli Mallory karakteriyle karşımıza çıkıyor; daha sonra ise “M” oluyor. Conclave filminde, Papa’nın ölümünün ardından görev duygusunu her şeyin üstünde tutan, yumuşak ses tonuyla konuşan, ölçülü bir İngiliz kardinali canlandırıyor. The Constant Gardenerda ise, karısı (Rachel Weisz) ile ilgili gizemli ölümün ardındaki gerçeği araştıran, iyi eğitimli bir İngiliz diplomatı olarak karşımıza çıkıyor.
Onun böylesine “gerçek bir tiyatrocu kumaşından” yapılmış olması, daha geniş filmografisine bakınca yalnızca iyi bir şey olabilir: çünkü kariyeri, ister büyük bütçeli yapımlar olsun ister bağımsız filmler, nadir görülen bir ciddiyet ve adanmışlıkla dolu. Bu listede yer almıyor ama 2002 yapımı Red Dragon filmindeki Francis Dolarhyde rolüyle, beyazperdedeki en korkutucu seri katillerden biri olarak akıllarda yer ettiğini söylemek yanlış olmaz. Başka bir oyuncunun elinde Voldemort, sadece burunsuz, karikatür gibi bir ucube olarak kalabilirdi; Fiennes’ın yorumuyla ise ruh emen bir kötülük simgesine, adeta Harry Potter kitaplarında hayal ettiğimiz sihirli bir Nazi’ye dönüşüyor. “İngilizliği” bir kenara bırakırsak, Fiennes’la en çok özdeşleştirdiğimiz şey şu: rolü, türü, konusu ya da tonu fark etmeksizin gösterdiği mutlak ve sınırsız adanmışlık. Ve aşağıdaki liste de hatırlatacak ki, Fiennes yalnızca İngiliz karakterler oynamış değil.
Evet, farkındayım: ironik şekilde, The English Patient bu listede yer almıyor. Açık konuşmam gerekirse, bu listeye hazırlanırken de dahil olmak üzere birkaç kez izlemeyi denedim ama filmi baştan sona izlemek her seferinde bana eziyet gibi geldi. Ünlü bir “yavaş yanan” film olarak biliniyor, bu yüzden suçu sosyal medyanın dikkat dağıtıcı etkisiyle kısalan odak süreme atabilirsiniz; ama ben, Seinfeld dizisindeki Elaine’in dediği gibi, filmin biraz sıkıcı olduğunu savunurum. (Yaraları içindeki Fiennes’ın Freddy Krueger maskesi takmış gibi görünmesi de dikkati dağıtıyor.) Her neyse, The English Patient’ı en iyi üçe koyan birçok Ralph Fiennes listesi zaten mevcut. Film zaten gereken övgüleri aldı — mesela, Oscar’da En İyi Film ödülünü de. O halde bu listede yer almaması çok da büyük bir eksiklik sayılmaz, değil mi?
Michelin yıldızlı gastronomi dünyasına — ve gurme yemeğin ukala gösterişine — bir hiciv olarak The Menu, bir fast food menüsü kadar “besleyici.” Ama bir o kadar da keyifli; bunda hem saçma ama leziz fikrinin, hem de Fiennes’ın tamamen kendini kaptırdığı kötü karakter performansının payı büyük. Ralph Fiennes, kariyerinin sonbaharında olan ünlü bir “yemek sanatçısı” olan Şef Julian Slowik’i canlandırıyor. Slowik, seçkin bir grup VIP konuğu, uzaklardaki adasında hazırladığı çok özel bir akşam yemeğine davet ediyor. Ortaya çıkan şey ise kara mizah dolu bir mutfak kâbusu: Fiennes’ın film boyunca sergilediği çarpıcı tiradlarla adeta sahneyi çiğnediği bir şov. Bon appétit!
Martin McDonagh’ın karanlık mizahla örülü suç filminde Fiennes’ı izlemekten alınan esas keyif, onu her zamanki soğukkanlı, zarif İngiliz havasından çıkıp tam bir Guy Ritchie karakterine dönüşmüş hâlde görmekten geliyor: küfürleri fütursuzca savuruyor, tam da Michael Caine’in zirve dönemlerinden fırlamış gibi kalın bir Cockney aksanıyla konuşuyor. Fiennes, kiralık katil Ken’i (Brendan Gleeson), Brüksel’deki saklanma sürecinde, tecrübesiz meslektaşı Ray’i (Colin Farrell) öldürmesi için görevlendiren suç patronu Harry Waters rolünde. Bu karakter hem alışılmış kalıpları yıkan hem de “tam bir Ralph Fiennes” hissi veren türden. Özellikle Ken, Ray’in intihar etmek istediğini söylediğinde Harry’nin tepki cümlesi gerçek bir İngiliz dokunuşu taşıyor: “Herkes lanet olasıca intihar etmek istiyor, ama hepimiz durmadan bunu dillendirmiyoruz ya!”
‘90’ların sonlarında doğan birçok kişi için Ralph Fiennes’la tanışma noktası büyük ihtimalle Harry Potter filmleridir — zira bu nesil büyürken seriyi izledi, oysa Fiennes’ın geri kalan filmografisi daha çok yetişkinlere hitap ediyor. İyi ya da kötü, Fiennes’ın en ünlü rolü kesinlikle bu: serinin baş kahramanına karşı duran, soykırımcı kötü büyücü Lord Voldemort. Yine de bu rol, Harry Potter evrenindeki bazı meslektaşlarının aksine, onun kariyerinin önüne geçmedi.
Wes Anderson’ın belki de en enerjik, en eğlenceli filmi — ki fonda yükselen faşizm tehdidine rağmen bu tonu koruyabiliyor. 1930’ların Doğu Avrupa’sında geçen filmde Fiennes, otelin efsanevi kapı görevlisi Monsieur Gustave H.’yi canlandırıyor. Gustave, uzun süredir otelin misafiri olan yaşlı bir kadınla ilişkisi sonrası, kadının ölümünden sonra kendisine miras kalan paha biçilmez Rönesans eseri Boy with Apple nedeniyle onun oğlu Dmitri’nin (Adrien Brody) hedefi hâline geliyor. Bunun ardından, genç çırağı Zero (Tony Revolori) ile birlikte bir ülke boyunca süren çılgın bir maceraya atılıyorlar. Fiennes, bu filmde en şehirli, en incelikli hâliyle karşımızda — bu da Anderson’ın zarif ve simetrik tarzıyla tam şarap ve çikolata uyumu yaratıyor.
Luca Guadagnino’nun 2017 yapımı Call Me by Your Name ile aşk acısı çeken queer sinema severlerin baş tacı hâline gelmesinden önce, yönetmen Fiennes’a kariyerinin zirve performanslarından birini A Bigger Splash’te sundu. Jacques Deray’ın La Piscine filminden serbest bir uyarlama olan yapımda Fiennes, rock yıldızlarının yapımcısı Harry Hawkes’ı canlandırıyor. Hikâye, müzisyen Marianne Lane (Tilda Swinton) ve onun yönetmen sevgilisi Paul’un (Matthias Schoenaerts) yaşadığı sakin villada geçiyor. Hawkes’un gelişiyle bu huzurlu ortam altüst oluyor; Lane, Paul ve konuklar için kâbus başlıyor. Fiennes burada şeytani ama bir o kadar da sempatik bir “sülük” gibi oynuyor rolünü — ve belli ki büyük bir keyif alıyor. Film de aynı şekilde: güneşin altında, baştan çıkarıcı bir yaz kaçamağı gibi.
1995 yapımı GoldenEye’dan 2012’deki Skyfall’a kadar süren görev süresiyle Judi Dench, “M” rolünü adeta kendine ait kıldı; bu, Bernard Lee’nin oluşturduğu temel üzerine, Roger Moore ve Timothy Dalton dönemlerinin sonunda Robert Brown’la şekillenen karakterin daha sert bir evrimiydi. Skyfall filminde ise Fiennes bu karaktere yeni bir boyut kazandırdı: Daniel Craig döneminin ayakları yere basan, gerçekçi tonuna uygun şekilde M, ilk olarak Mallory ismiyle tanıtılıyor — parlamento bürokrasisinden gelen, eski bir SAS subayı. Bond’un (Daniel Craig) daha asi tavrına karşı bir denge unsuru olarak görev yapıyor. Film sonunda Mallory artık resmen Bond’un amiri olurken, ikili arasında karşılıklı bir saygı gelişiyor. Bu ilişki, No Time to Die’ın buruk finaline kadar sürüyor. Fiennes bu rolde de yine iç burkacak kadar İngiliz.
Rachel Weisz, The Constant Gardener filmindeki performansıyla — ki bu ona Oscar getirmişti — bolca övgü topladı; ancak Fiennes’ın içten ve derinlikli oyunculuğu da en az onunki kadar akılda kalıcı. Fiennes burada, yakışıklı bir İngiliz (evet, yine İngiliz!) diplomat olan Justin Quayle’ı canlandırıyor. Quayle, bir Amnesty International aktivisti (Weisz) ile aşka yelken açıyor. Kadın, Kenya’da yerel halk üzerinde yasa dışı ilaç deneyleri yaptığına inanılan bir ilaç firmasını araştırırken öldürülüyor. Film, Quayle’ın bu trajediden sonra yaşadığı yas ve adalet arayışını konu alıyor; çünkü olayın resmi açıklamayla sınırlı olmadığına inanıyor. Fiennes’ın delici ve her an dolmak üzereymiş gibi duran mavi gözlerini mükemmel kullandığı, etkileyici ve hüzünlü bir performans.
Ralph Fiennes’ın bir kardinali canlandırması… kulağa doğru geliyor, değil mi? Kardinaller; ağırbaşlılığın, zarafetin, ruhani asaletin temsilcisidir — tabii elektronik sigara tüttürüp drag queen’ler gibi dedikodu çevirmediklerinde. Her şeye rağmen Fiennes, Conclave filminde kendine has ölçülü oyunculuğuyla parlıyor. Robert Harris’in popüler romanından uyarlanan ve Edward Berger tarafından yönetilen bu yapım, yeni papanın seçimini konu alan bir siyasi dram. Fiennes, oylamayı yönetmekle görevlendirilen, Britanyalı liberal bir din adamı olan Kardinal Thomas Lawrence’ı canlandırıyor. Ancak süreç, kilisenin önde gelen adayları etrafında patlak veren bir dizi skandalla sekteye uğruyor. Fiennes’ın Oscar adaylığına değer bir performansı — sade, ama etkileyici.
Ralph Fiennes, Quiz Show filminde televizyon dünyasının sempatik sahtekârı Charles Van Doren rolünde adeta karizma saçıyor. Bu biyografik yapım, 1950’ler Amerika’sını sarsan Twenty-One yarışma skandalını konu alıyor. (Görünüşe göre o yıllarda şaşırmak çok daha kolaydı.) Fiennes, zekâsı, esprili tavırları ve adeta doğaüstü bilgi seviyesiyle kısa sürede tüm ülkenin sevgilisi hâline gelen, son derece sempatik ve yakışıklı bir adam olarak Van Doren’ı canlandırıyor. Ta ki, yarışma prodüksiyonunun reyting uğruna ona cevapları önceden verdiği gerçeği yavaş yavaş ortaya çıkana kadar. Klasik bir yükseliş ve çöküş öyküsü; Robert Redford’un zarif yönetimiyle daha da etkileyici bir hâle geliyor.
Her ne kadar The English Patient’ı bu listeye almamayla başlayan aykırı tavrımı sürdürmek istesem de, zirveye Schindler’s List’i koymamak zaten düşünülemezdi. Sadece sinema tarihinin en sarsıcı filmlerinden biri olduğu için değil; aynı zamanda Ralph Fiennes, kariyerinin zirvesi olan Amon Goeth performansını burada sergiliyor. Nazi SS subayı Goeth, Holokost sırasında işlenen dehşet verici suçların beyazperdedeki en ürpertici temsillerinden biri olmaya devam ediyor. O sahneler akıldan hiç çıkmıyor: toplama kampında Yahudileri tüfekle hedef alarak öldürdüğü anlar — sanki bir spor gibi; ya da baraka inşasında görevli bir mahkûmu, yapım yöntemine dair bir yorum yaptığı için öldürtmesi… Bu kötülük, durmaksızın devam ediyor.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.