Herhangi bir sinema meraklısına Amerikan sinemasının Mount Rushmore’una kimi oyacaklarını sorsanız, büyük ihtimalle ağzından çıkacak ilk isimlerden biri efsanevi auteur Francis Ford Coppola olacaktır.
Elbette bunun iyi bir nedeni var. The Godfather’ın gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olduğu genel kabul görmüş bir gerçek ve onun devam filminin de devam filmleri içinde zirvede yer aldığı söyleniyor. Efsanevi şekilde kaotik şartlarda çekilen Apocalypse Now ise savaş filmlerine bakışı tamamen değiştirdi. Filmin çok katmanlı görselliği ve bitmek bilmeyen, boğucu ölüm hissi sinema tarihine damga vurdu. Coppola’nın orta dönem işleri bile sadık bir hayran kitlesi toplamaya devam ediyor ki bu da onun benzersiz anlatımına, cesur arayışına ve sinemayı bir sanat olarak görme kararlılığına işaret ediyor.
Megalopolis, Hollywood’un bu dev isminin en son ve yine tartışmalı eseri. Yıllardır üzerinde çalıştığı bu tutku projesi çeşitli şekillerde “tam anlamıyla delilik eseri”, “engel tanımayan yaratıcılığın bir kutlaması” ve “Coppola’nın birbirinden kopuk ilhamlarının alelacele bir araya getirildiği karmaşık bir çalışma” olarak tanımlandı. (GQ’nun Cannes Film Festivali’nden çıkan ve sık sık katkıda bulunan Iana Murray tarafından yazılan incelemesinde ise sadece “çılgınlık” olarak tanımlandı.) Bugün vizyona giren film vesilesiyle Coppola ve onun etkileyici filmografisi üzerine düşündük. Bu yüzden favori sinema eleştirmenlerimize şu belki de en zor soruyu sorduk: En sevdiğiniz Coppola filmi hangisi?
Ortaya çıkan kısa liste hem farklı hem de bir bakıma şaşırtıcı oldu. Burada The Godfather I ya da II yok. Liste Coppola’nın tuhaflıklarını, tematik ilgilerini ve geniş anlamda dahiliyetini kapsayan bir seçki. Okumaya ve izlemeye devam edin.
Francis Ford Coppola, destansı filmler yapma konusunda ünlü. Filmleri zamanın üzerinde gezinir, dev oyuncu kadroları içerir ve uzun süreleriyle bilinir. Yine de sanırım onun en sevdiğim filmi bunun tam tersi. İki saatin altında süresiyle oldukça dar bir ölçeğe sahip ve sizi takıntılı bir adamın zihnine hapsediyor. Elbette Gene Hackman’ın canlandırdığı Harry Caul karakteriyle Coppola’nın paranoyak başyapıtı The Conversation’dan bahsediyorum. Harry, San Francisco’da bir parkta bir adam ve bir kadın arasındaki önemsiz gibi görünen bir konuşmanın peşine düşen ve bunun arkasında bir suç olduğuna inanan bir dinleme uzmanı. The Conversation sinema çevrelerinde aslında pek de göz ardı edilen bir film sayılmaz ama genel izleyici kitlesi arasında hâlâ hak ettiği ilgiyi görmediği hissine kapılıyorum. Cannes’da Altın Palmiye kazandı ama aynı yıl The Godfather Part II da vizyona girdi. Bu yüzden, doğal olarak, kültürel hafızada öne çıkan hep diğeri oldu. Coppola’nın büyük hamleleri genellikle karşılığını bulur ama The Conversation’ın sadeliği gerçekten izlemeye değer. Bu film her şeyden önce bir karakter incelemesi. Hackman’ın canlandırdığı Harry, soylu biri olduğunu düşünen ama bunun hiçbir zaman karşılığını alamayan bir adam. Harry Caul abartılı bir kahraman değil, sonunda yanılan, hayatını Katolik inancının ve saksafona olan sevgisinin yönlendirdiği biri. Coppola’nın filmografisinde Harry’nin böcekleri bulmak için evini darmadağın ettiği o sahneden daha güçlü bir görüntü olduğunu sanmıyorum. Parkeler sökülmüş, küçük bir Meryem Ana heykeli parçalanmış. O ise köşesine çekilmiş, saksafonunu çalıyor. Elinde kalan tek şey bu. Evet, The Conversation’ın gözetleme saplantısının dijital çağdan çok önce işlenmiş olması açısından ne kadar öngörülü olduğunu konuşabilirsiniz ama film bunun ötesine geçen bir yapıya sahip. Amerikan hayatında kimsenin kazanamadığına dair karanlık bir bakış sunuyor. Esther Zuckerman, bağımsız eğlence eleştirmeni ve GQ yazarı “Ormanda, çok fazlaydık, elimizde çok fazla para ve çok fazla ekipman vardı ve yavaş yavaş delirdik.” Francis Ford Coppola, 1979 tarihli başyapıtı Apocalypse Now için bunu söylemişti. Bu sözler, filmi daha tamamlanmadan efsanevi bir konuma taşıyan sancılı ve çalkantılı yapım sürecine gönderme yapıyordu. Apocalypse Now’ın yapım sürecinin, Coppola’nın eşi Eleanor’un da yönetmenlerinden biri olduğu Hearts of Darkness belgeselinde canlı biçimde tasvir edildiği gibi, filmin kendisinden bile daha etkileyici olduğu artık sıkça söylenen bir görüş. Başka bir film için bu doğru olabilirdi. Fakat Amerikanların Vietnam Savaşı deneyimini tüm duyulara hitap ederek canlandıran bu çılgın fırtına, öyle herhangi bir film değil. Sinema tarihine savaş cehennemdir temalı birçok film kazandırıldı ama Apocalypse Now seyirciyi gerçekten cehennemin içine, ya da bildiğimiz hayatın ötesinde bir yeraltı dünyasına sürüklüyor. Bu dünya, boğucu bir güzellik, kâbus gibi bir dehşet ve kıyamet ateşiyle yıkanıyor. Ne kadar bir ateşli rüya gibi görünse de Apocalypse Now aslında edebiyat uyarlaması. Joseph Conrad’ın sömürgecilik karşıtı 1899 tarihli Heart of Darkness adlı uzun öyküsünden uyarlanan film, kaynak materyalden oldukça farklı olsa da onun ruhunu sadık şekilde yansıtıyor. Yine batının yerinin olmadığı topraklarda isyancı bir batılı komutanın peşine düşülen bir nehir yolculuğunu konu alan senaryo, yirminci yüzyıl başının siyasi eleştirisini güncellemişti. Peki Coppola, Marlon Brando’nun canlandırdığı çılgın Albay Kurtz gibi güç sarhoşu ve egzotik olanın cazibesine kapılmış bir figür müydü? Apocalypse Now’ın deliliğin eşiğinde, kontrol edemediği hayaller ve sanrılarla çekildiğine dair o his, filmi bugün hâlâ büyüleyici kılan şey. Coppola’nın da uzun süre bu filme nokta koyamamasının nedeni buydu. Hangi versiyonunun — orijinal, Redux, First Assembly ya da Final Cut — nihai sürüm olduğu konusunda sinema tutkunları kendi aralarında tartışmayı sürdürüyor ama bu filmin büyüsü her haliyle işliyor. Guy Lodge, bağımsız film eleştirmeni 1983 yılında, Coppola’nın şanssız filmi One from the Heart’ın ardından yönetmen, boşa harcanmış gençliğin yazarı ve gözlemcisi S. E. Hinton’ın eserlerine yöneldi. Hinton’ın iki romanını arka arkaya sinemaya uyarladı: Önce The Outsiders, ardından Rumble Fish. İkisi de aynı oyuncu kadrosunu paylaşan gençlik çetesi filmleri olsa da Rumble Fish açıkça sanatçı kimliğini ortaya koyan bir eser. Coppola, başıboş genç erkekler hakkında klasik bir suç filmi çekmekle kalmadı, bu filmi efsanevi bir başyapıta dönüştürdü. Masalsı bir sisin içinde geçen film, görüntü yönetmeni Stephen H. Burum’un aşırı abartılı, ekspresyonist siyah beyaz çekimleriyle öne çıkıyor. Hatta bazı sahnelerde yüksek kontrast etkisi yaratmak için sete gölgeler çizildiği bile anlatılıyor. Ortabatılı Amerika’nın yabancılaşmış gençleri, hikâyenin merkezinde yer alıyor. Başrolde yakışıklı 18 yaşındaki Matt Dillon’ın canlandırdığı Rusty James, masum küçük kasaba Amerikası’nın harabeleri arasında yanlış yönlendirilmiş bir erkeklik onuru için kavga ediyor ve seviyor. Aralarındaki inişli çıkışlı ilişkiyle Rusty’ye hem teselli hem de dert kaynağı olan genç kız arkadaşını Diane Lane canlandırıyor. Alkolik babası ise zar zor ayakta duran bir Dennis Hopper tarafından oynanıyor. Hopper’ın performansı, raydan çıkmış bir nesli hatırlatan bir duruş sergiliyor. Rusty, kasabaya dönmesini istediği büyük kardeşi Motorcycle Boy’un peşindedir. Çetenin lideri olan bu karakter, sessiz, kırılgan ama karizmatik biri olarak Mickey Rourke tarafından canlandırılıyor. Rourke, geçmişten kalma sert ama naif havasıyla bu role mükemmel uyum sağlamış. Ancak Rusty için hiçbir şey beklendiği gibi değildir. Tüm filmde yükseltilmiş, gerçeküstü bir hava var. Rumble Fish’in masalsı havası, trajik ama gösterişli serserileri ve onların yumuşak karınlarıyla sanki 1950’lerden çıkma tuhaf bir zaman kapsülünden alınmış gibi hissettiriyor. Ancak Amerikanın kendi kendini yüceltme huyunu sorgulayan yaklaşımı kesinlikle Francis Ford Coppola’ya ait. Christina Newland, The i gazetesinin baş film eleştirmeni ve Empire dergisi katkı editörü Biliyorum, biliyorum. The Godfather Part I ve II ortadayken üçüncü filmi seçmek, ünlü bir steakhouse’a gidip tavuk siparişi vermek gibi. Yine de Coppola’nın, hayatının en büyük başarısına zorla, neredeyse kuşatma altındaymışçasına geri dönmesi — kariyeri boyunca kazandığı tüm düşmanlarının nefesini ensesinde hissederek — onun sinema karakterinin, özgürce kazandığı zaferlerden çok daha kusursuz bir yansımasıydı. The Godfather Part III hakkında bilinmesi gereken en önemli şey, Coppola’nın bu filmi hiç yapmak istememiş olması. Ancak 1982’deki One From the Heart ve 1984’teki The Cotton Club’ın maliyetli başarısızlıklarının ardından çaresizlik içinde debelenirken, Paramount ona bir teklif yaptı ki... gerisini biliyorsunuz. Yazar Mario Puzo ile birlikte sadece altı haftada kaleme alınan senaryo, Corleone suç ailesinin hikayesini devam ettirmektense onu operatik boyutlara taşıdı. Ensest, lanetli kan bağları, karmaşık Papalık entrikaları... Film öylesine gotik bir ihtişamla donatıldı ki adeta Coppola’nın 1992’de çektiği Bram Stoker’s Dracula’ya bir ısınma turu gibiydi. Michael Corleone ise kulesinde yaşayan, ölüme mahkum bir konta dönüşmüştü. Coppola’nın 2020’de yayımladığı düzenlenmiş versiyon The Godfather Coda’daki en zeki hamlelerden biri, bu temayı finalde daha da derinleştiren küçük bir değişiklik oldu. Seride sıkça tekrarlanan Sicilya atasözü “Cent’anni” — uzun ömür dileği — bu kez en acı lanete dönüştürüldü. Fakat insanın kendi ahlaki ölümünden sonra yaşamaya devam etmesinin ve belki de amaçsızlaşmasının getirdiği o dehşet, zaten orijinal filmde de baştan sona hissediliyordu. Bu durum Al Pacino’nun saçlarında bile kodlanmıştı. Artık ilk iki filmdeki gibi simsiyah ve parlak değil, mezar taşı gibi gri ve köşeli görünüyordu. Tıpkı Coppola gibi, yaşlanmış Michael da artık neredeyse tanıyamadığı bir suç dünyasına geri çekilmişti. Bu dünyada artık suikastlar sessizce lavaboya gizlenmiş tabancalarla değil, helikopter saldırılarıyla, abartılı aksiyon sahneleriyle gerçekleşiyordu. Eski kalıplar tekrarlanıyor ve giderek daha grotesk hale geliyordu. Michael’ın ailesini bu kısır döngüden kurtarma ihtimali ise gittikçe azalıyor gibiydi. Ama Michael yoluna devam ediyordu çünkü bu onun kanında vardı ve başka bir şey yapması mümkün değildi. Sebep ve lanet artık birbirinden ayırt edilemez hale gelmişti. Robbie Collin, The Daily Telegraph baş film eleştirmeni O meşhur Megalopolis fragmanında en şaşırtıcı olan şey, eleştirmenlerin The Godfather ve Apocalypse Now gibi başyapıtları yerdiği sözlerin yapay zeka halüsinasyonu çıkması değil, Bram Stoker’s Dracula’nın da bu filmlerle birlikte genel kabul görmüş başyapıtlar arasına girmiş gibi gösterilmesiydi. Geçmiş, Coppola’nın izleyiciyi ikiye bölen (ki bunda erken sahnelerde fışkıran kanların hassas izleyicileri test etmesinin de payı büyük) bu kült korku uyarlamasını hâlâ tam anlamıyla kucaklamış değil. Gary Oldman’ın gösterişli kalp şeklindeki peruğu, klasik korku kalıplarına alışkın izleyicilerde gülümsemeye yol açabiliyor. Keanu Reeves’in dönem aksanına uygun konuşmaya çalışsa da zaman zaman sörfçü aksanının duyulması ise hâlâ birçok kişiyi rahatsız ediyor. Yine de genç auteur’ler arasında Coppola’nın bu ton açısından tuhaf ama zengin anlatımının, kariyerinin başındaki ustalığı ile sonraki yıllardaki eksantrik tavrı arasında önemli bir bağ kurduğu düşüncesi giderek daha fazla destek buluyor. Tıpkı zamanın dışına savrulmuş, Doğu Avrupa soyluluğunun solmuş kalıntısı Kont Dracula gibi, Coppola’nın yöntemleri de geçmişle bugünü baştan çıkarıcı bir girdapta birbirine bağlıyor. Bu film, Coppola’nın daha sonra çektiği hiçbir filmde olmadığı kadar seyirciye büyüsünü açıkça gösteriyor. Oğul Roman Coppola’nın gözetiminde yapılan, sessiz sinemanın yaratıcılığına saygı duruşu niteliğindeki inanılmaz kamera içi efektler, Eiko Ishioka’nın şeytani kas dokusunu andıran zırhı — Oscar ödüllü kostüm tasarımının en unutulmaz parçası — ve her sahneyi ölümün kokusu kadar yoğun bir atmosferle saran yüksek gotik sanat yönetimi… Coppola’nın sonraki işlerinde karşımıza çıkan bölük pörçük oyunculuklar ya da teknolojik yeniliklere saplantılı yaklaşımı onun itibarı üzerinde gölgeler bırakmış olabilir ama bunu perspektif oyunu kullanılan o meşhur tren ve günlük sahnesine anlatın. O sahne, sinema tarihine kazınmış en büyüleyici görüntülerden biri olarak yerini almıştır. Coppola hiçbir zaman yeteneğini kaybetmedi, sadece kitlelere hitap etme ilgisini yitirdi. Bu da onun popülerlik yerine tüm iyi yönleriyle cömert, kötü yönlerinden ise uzak duran estetik bir saflık arayışına yönelmesine yol açtı. Charles Bramesco, bağımsız film eleştirmeni The Conversation (1974)
Apocalypse Now (1979)
Rumble Fish (1983)
The Godfather Part III (1990)
Bram Stoker’s Dracula (1992)
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.