İzleyicilerin Gladiator kadar sevdiği bir filme devam filmi çekiyorsanız, eski filme birkaç ince (ve bazen pek de ince olmayan) gönderme yapmak elbette doğru bir hareket olur. Bu, yönetmenle izleyici arasında paylaşılan küçük, anlamlı göz kırpmalar gibidir. İlk filmi izleyen, o emeği gösteren ve şimdi ikinci filmde bu çabasının ödüllendirildiğini hisseden izleyicileri samimi bir şekilde karşılar.
Peki, Gladiator 2 bu sadık savaşçıları hayal kırıklığına uğrattı mı? Asla! İşte Ridley Scott’ın devam filmine taşıdığı en iyi göndermeler:
Nasıl ki bir güve ışığa, Theresa May buğday tarlalarına çekiliyorsa, gladyatörler de… evet, buğday tarlalarına çekiliyor. Gladiator’un en ikonik sahnelerinden biri olan buğday tarlası, devam filminde yeniden karşımıza çıkıyor. Sahnenin anlamı hiçbir zaman direkt açıklanmasa da Maximus’un Gladiator’un sonunda ulaştığı öteki dünyayı simgelediği düşünülüyor. Bu yüzden bu sahnenin devam filminde yer alması, ilk filmin kahramanı Russell Crowe’un karakteriyle Paul Mescal’in canlandırdığı yeni kahramanı arasındaki bağa vurgu yapıyor.
Maximus’un oğlu Lucius ile arasında kurulan bir diğer bağ, ikisinin de Colosseum’da dövüşmeden hemen önce yaptığı ufak ama anlamlı bir hareket. Her şey başlamadan önce, her iki karakter de kılıçlarını yere saplıyor, Colosseum’un zemininden bir avuç kum alıyor ve ellerinde ovuşturuyor. Peki ama neden? Belki tutuşlarını güçlendirmek için. Belki de eğlenmek için. Ya da belki, öldürmek isteyen bir canavarla dövüşmek zorunda olmadıkları bir sahil köyünde, deniz kenarında keyifli bir gün geçiriyorlarmış gibi hissetmek için. Muhtemelen bu, onların “toprağın insanı” yani mütevazı ve sade adamlar olduklarını göstermenin bir yolu. Çünkü Cornwall’da güzel kazaklar giyip çömlek satmayı tercih ederlerdi. Ama ne yazık ki, ölümüne dövüşmek zorundalar!
Bu ifade, antik Roma’nın “live laugh love” (yaşa, sev, gül) mottosu olabilir mi? Maximus bu sözü ilk filmde birkaç kez dile getirmişti. Gladiator 2’de ise, neredeyse metaforik bir yankı gibi, yeniden karşımıza çıkıyor. Lucius’un Virgil’den birkaç satır tekrarladığı anlarla birlikte, bu küçük ama etkili slogan, filmin yalnızca sinirli adamların kavgasından ibaret olmadığını; demokrasi, öfke ve başka şeyler hakkında da bir şeyler söylediğini gösteriyor.
Paul Mescal’in canlandırdığı Lucius’un yeni Maximus olduğunu anlamamızı sağlayan en büyük ipucu, Colosseum’daki son dövüşünden önce babasının zırhı ve kılıcını almak için Maximus’un mezarına götürülmesi. Zırh ve kılıcın orada öylece duruyor olması, filmin en tuhaf anlarından biri olsa da…
Connie Nielsen ve Derek Jacobi gibi isimlerin geri dönüşü, filmde geçen zaman ile gerçek dünyada iki film arasında geçen sürenin birbirine paralel olduğu hissini güçlendiriyor. Bu durum, devam veya öncül filmlere yöneltilen, "sadece eski bir fikri sömürmek için yapılmış düşüncesiz bir devam filmi" eleştirilerinin etkisini bir nebze de olsa azaltıyor. Gladiator 2, bizi ilk filmden tamamen farklı bir atmosfere taşımıyor; aynı dünyadayız ve aradan geçen süre, beklediğimiz kadar. Bu sayede, film kendini yeniden yaratmak yerine ilk filmin mirasıyla gerçekten yüzleşmek ve onu derinlemesine ele almak zorunda kalıyor. Göndermelerle hayranları memnun etmekten fazlasını yapıyor.
Tam anlamıyla bir "gönderme" sayılmasa da, film, ilk filmin mirasına fazlasıyla dayanıyor. İlkini izlemiş olmanız şart değil, ancak temel hikaye – Maximus’un kayıp oğlunun Roma’ya dönüp onun izinden giderek yükselmesi – aslında tüm anlatının merkezindeki en büyük gönderme. Öyleyse sevgili okuyucu, bu lezzeti doyasıya çıkarın. Hem de her anından keyif alarak.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.