Daha 2007’de yayınlanan ilk bölümünde, en müşkülpesent eleştirmenlerin de dahil olduğu ortak bir kanaatle TV tarihinin unutulmazları arasında yer alacağı ilan edilen ve o günden beri kazandığı Emmy ödülleri buradan Mars’a yol olan Mad Men’de geri sayım başladı. Dizinin hayranları, karakterler için şimdiden yas tutuyor, muhtemel son bölüm senaryoları üzerinden bahisler dönüyor.
Âlemlerin en etkileyici reklamcısı Don Draper, bu son sezonu açtığı şekilde karizmayı çizdirmiş bir halde mi veda edecek seyirciye, hatta kim bilir, intihar mı edecek? Yoksa buzdan serin tavrını geri takınıp küllerinden bir kez daha mı doğacak?
Dizinin başından beri kat ettiği mesafeyle feminist seyircilere ekran başında timsah yürüyüşü yaptıran Peggy Olson, çocuk da kariyer de yaptığı, üstelik bunu kadınların rezil bir şekilde ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü 60’larda yaptığı hayatının ileriki yıllarında, “iyi patron” Ted Chaough ile ikinci bir çocuk dünyaya getirip, bu kez onu evlatlık vermek yerine muhafaza edecek mi; yoksa yalnız ve içi acımış bir insan olarak Don Draper’laşma sürecinin dibini mi görecek?
Roger Sterling, orji kovalarken yeni bir kalp kriziyle terk-i âlem mi eyleyecek yoksa torunu yaşında kadınlarla yatıp kalkıp gamsız yoluna devam mı edecek?
Bunu dizinin yaratıcısı, senaristi, yapımcısı, her şeyi Matthew Weiner’dan başka henüz pek kimse bilmiyor. Ekibin diğer yazarları bile...
Mad Men’in son sezonu bu yıl ilk kez, iki bölüme ayrıldı. Alınan tatilin ardından yayınlanacak ikinci bölümü izlemek için, gelecek yılı beklemek gerekecek.
Hayranlar başta buna hayıflansalar da, ölümü görüp sıtmaya razı olurcasına, buna da şükür der oldular. En azından beklenecek yedi yeni bölüm var; ya sonra?..
TV tarihinin en iyi yazılmış dizilerinden Mad Men, bu sezon yazar kadrosuna danışman statüsünde Robert Towne’u da katmış bulunuyor ki, malum, Chinatown’u yazan Towne, çağımızın en önemli senaristlerinden biri, kimilerine göre en önemlisi. İddiaysa iddia yani...
Yedinci sezon, 1968 Ağustos’unda, Şükran Günü, altıncı sezonun bittiği yerden başladı. 70’lerin eli kulağında. Elbiselerin etek boyları iyice kısaldı, erkeklerin favorileri uzadı. Don Draper, bildiğimiz gibi ama... Görünen o ki, 70’lerin funky tarzına uymak adına gösterebileceği en büyük taviz, sivil ortamlarda ekose blazer giymek. Ne de olsa adamımız, başka birinin hayatını, bir ceket gibi üzerine geçirip hayatına devam edebilse de, bir yanıyla da o dünyaya uyacağına, dünya ona uysun isteyen bir tip.
Matthew Weiner, Mad Men’i “Bir Amerikan hikayesi” addederken, Don Draper’ın öyküsünü, otomobil endüstrisi lideri Lee Iacocca, yayıncılık efsanesi William Randolph Hearst, hatta geçmiş ABD Başkanı Bill Clinton’la karşılaştırıyor.
Clinton benzetmesini düşününce gülümsemekten alamıyor kendini insan. Malum, kendisinin seminer seminer gezip hayat hikayesini bilmem kaçıncı kez yazdığı şu dönemde Hillary Clinton, ABD Başkanlığı’na adaylığını koymaya hazırlanıyor.
Mad Men’de de durum biraz öyle. Altıncı sezonu, işte kızağa çekilmiş, evliliği türbülansa girmiş halde tamamlayan Don’a kıyasla, kadınlar cephesinde durum nispeten parlak denilebilir.
Elisabeth Moss’un canlandırdığı Peggy Olson, ilk sezon Don Draper’ın gösterişsiz sekreteriyken, bu sezon onun işlerini devralıyor. Christina Hendricks’in canlandırdığı Joan Holloway, ödediği vahim bedeller karşılığında elde ettiği küçük ortaklığın getirdiği iktidarın hakkını vermeye davranıyor. Don’un ikinci eşi Megan, evlilik içinde bir birey olarak ipleri eline alıp Los Angeles’a taşınarak, kendi kariyerinin peşine düşüyor. Don’la izdivacında psikanalist kanepesinde çile dolduran, üstelik anlattıkları doktoru tarafından kocasına rapor edilen, mutsuzluğunun faturasını çocuklarıyla ilişkisinden çıkaran, fena halde umutsuz ev kadını Betty, ikinci evliliğinde siyasetçi kocasına, benim de aklım var diye “car car” (!) laf yetiştiriyor.
Madison Avenue’daki ofiste, New York’un banliyö evlerinde, şehir merkezindeki apartman dairelerinde geçen dizide, önceki sezonlarda Don’un, gerçek Don Draper’ın karısı, kadim dostu Anna Draper’ı ziyaretleri ve iş seyahatleriyle kısa Los Angeles sahnelerine yer verilmişti. Bu sezon Los Angeles, şirketin orada da ofis açması ve Megan’ın Hollywood’da kariyer hesapları yapması gibi durumlardan dolayı, neredeyse New York kadar önemli bir rol oynuyor. Ne de olsa 60’lar, Weiner’ın ifadesiyle, bir yandan da California’nın yükselişte olduğu ve ABD’nin kültür merkezine dönüştüğü yıllar.
Yazının tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Haziran sayısında ve GQ Türkiye iPhone/iPad edisyonunda...