En iyi film finalleri, sinemadan çıktıktan çok sonra bile aklınızdan çıkmaz; salonun ışıkları yanmış, görevli ayakkabılarınızın arasındaki patlamış mısır tanelerini süpürmeye başlamış olsa da, o sahneler zihninizde yaşamaya devam eder. Zaten bu kadar uzun süre bir filme katlanmanın amacı da budur — sabırla beklediğiniz o ödül anı. İşte bu yüzden, finali sönük bir şekilde bittiğinde kendinizi kandırılmış gibi hissedersiniz.
Nasıl ki açılış sahnesi izleyiciyi yakalamak ve koltuğa bağlamak için varsa, kapanış sahnesi de izlediğimiz şey üzerine uzun süre düşünmemizi sağlamalı. Ve bu listedeki final sahneleri tam olarak bunu başarıyor: Inception’ın hâlâ Reddit’te tartışılan dönen top sahnesini düşünün, ya da Se7en’ın trajik sürprizini — Brad Pitt’in "Kutunun içinde ne var!?" repliği, internet aleminin kalıcı repliklerinden biri haline geldi bile. Aşağıda, o ikonik kapanış sahnelerini ve tüm zamanların en iyi film finallerinden bazılarını bulacaksınız.
Süper kahraman filmleri hakkında ne derseniz deyin — Çok fazlalar! Hepsi birbirine benziyor! Orijinal filmler ne oldu! — Avengers: Infinity War’un vizyona girişi, çok az şeyin ulaşabildiği bir kültürel olaydı. Geriye dönüp baktığımızda, aslında oldukça aykırı bir filmdi: Marvel’ın süper kahraman kadrosunun yarısının tek bir parmak şıklatmasıyla yok olmasını ve MCU’nun bir yıl boyunca çözülemeyecek bir uçurumda bırakılmasını kim beklerdi ki? Elbette, hepsi Endgame’de geri döndü, ama o anı gerçekten yaşamak gerekiyordu.
David Fincher, sürpriz finalleri seven bir yönetmen ve Se7en muhtemelen bunlar arasında en sarsıcı olanı. Aynı zamanda da en çok alıntılananı. Yedi ölümcül günahı temel alarak işlediği cinayetlerle tanınan gizemli seri katil John Doe’nun (Kevin Spacey) peşine düşen dedektifler David Mills (Brad Pitt) ve William Somerset (Morgan Freeman), Doe’nun kendilerini şehrin dışına yönlendirdiği bir paketin teslim edildiği noktaya ulaşır. Artık her sinema izleyicisi kutunun içinde ne olduğunu biliyor ve Mills’in acı dolu çığlığı — “Kutunun içinde ne var!?” — ile karısının öldüğünü, kutuda onun kanlar içindeki başının yer aldığını fark ettiği o anı ezbere hatırlıyor. Aman Tanrım!
Christopher Nolan’ın seyirciyi tamamen şaşkına çevirmesi işten bile değil. Inception’ın 2010’da vizyona girmesiyle, dünya çapındaki sinema salonlarında yaşanan da tam olarak buydu. Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Dom Cobb karakteri, [notlara bakar] hedeflerinin zihninden değerli bilgiler çalmak için onların rüyalarına giren bir hırsızdır. Gerçeklik ve rüya dünyası arasındaki çizgiler sürekli bulanıklaşırken, Dom içinde bulunduğu dünyanın gerçek olup olmadığını anlamak için “totem”i olan dönen bir top kullanır. Inception’ın sonunda Nolan topu döndürmeye devam eder ve kesintiyi tam da onun düşüp düşmeyeceğini öğrenemeyeceğimiz anda yapar. Sonuç? Yıllar süren Reddit tartışmaları.
Korku unsurları yalnızca mide bulandırıcı vücut dehşetiyle sınırlı değil — ki bu efektler, artık biraz eskimiş olsa da CGI’ın asla erişemeyeceği bir rahatsızlık seviyesi sunar — The Thing’in asıl dehşeti psikolojik. Antarktika’daki bir araştırma tesisine saldıran ve kurbanlarının yerini alarak onları mükemmel şekilde taklit eden şekil değiştiren bir uzaylı nedeniyle, Kurt Russell’ın canlandırdığı karakterin önderliğindeki araştırma ekibi, kimin insan olduğunu çözmeye çalışırken paranoyaya kapılır. Finalde “yaratık” yok edilmiş gibi görünse de, hayatta kalan tek kişiler Russell’ın MacReady’si ve Keith David’in Childs’ı olur. İkili bir şişe viskiyi paylaşırken birbirlerine hâlâ güvenemezler ve film bu şüpheyle biter. Ennio Morricone’nin o tehditkâr müzikleri sayesinde, o sentetik sesleri asla unutamayacaksınız.
The King of Comedy’nin Rupert Pupkin’i (Robert De Niro), bir gün televizyonun en ünlü komedyeni olmanın hayalini kuran ama bu iş için gereken hiçbir yeteneğe sahip olmayan talihsiz ve utanç verici bir karakter. (Joker’deki Arthur Fleck karakterinin de, bu film ve bir başka Scorsese klasiği Taxi Driver’dan bolca ilham aldığını belirtmek gerek.) Televizyon kanalları haklı olarak ona şans vermez, bu yüzden Rupert kendince çılgın bir plan yapar: Ünlü gece şovu sunucusu Jerry Langford’u (Jerry Lewis) kaçırır ve onun bir sonraki programında sahneye çıkmak için pazarlık kozu olarak kullanır. Suç kısmını bir kenara bırakırsak, The King of Comedy’nin sonunda Pupkin, Amerikan halkının kalbini kazanmış, kitabı yok satmış, TV özel programı çok izlenmiş bir komedyene dönüşmüştür. Ancak bu gerçekten olan bir şey midir, yoksa Rupert’ın hapishane koğuşunda kurduğu bir başka hayal midir — bunu izleyiciye bırakır.
Damien Chazelle’in ikinci uzun metraj filmi, efsaneler arasına girmek isteyen bir caz davul öğrencisini (Miles Teller) ve onu sınırlarına kadar zorlayan takıntılı hocasını (J.K. Simmons) konu alıyor. Filmin merkezinde ise fedakârlık var: Hayallerine ulaşmak için neleri göze almak gerekir? Whiplash’i izleyen bazıları, Neiman ve Terrence Fletcher’ın toksik, mazoşist tipler olduğunu ve bir gün izin almaları gerektiğini düşünebilir; bazıları ise her şeyi feda etme pahasına mükemmelliğe ulaşma arzularında kendilerini bulabilir. Her iki durumda da, cevabı final sahnesinde alırsınız: Neiman, JVC Jazz Festivali tarihinin en etkileyici davul solosunu sergiler ve Fletcher’ın gözünde sonunda bir efsaneye dönüşür. Tüm bunlara değdi mi? İşte akılda kalan asıl soru bu. Ne final sahnesi ama!
Tarantino’nun klasikleşmiş yeniden yazım (revisionist) ruhuna uygun şekilde, Once Upon a Time… in Hollywood’ın finali Sharon Tate’e (bu rolde Margot Robbie) alternatif bir kader sunar. Gerçekte 60’ların sonlarında Manson tarikatı tarafından vahşice öldürülen bu Altın Çağ yıldızı, filmde bambaşka bir gece yaşar. O gece kan dökmeye niyetli tarikat üyeleri, bu kez TV kariyeri sönmekte olan Rick Dalton’un (Leonardo DiCaprio) evine denk gelir — o sırada Dalton, sadık dublörü Cliff Booth’la (Brad Pitt) içki keyfi yapmaktadır. Vanilla Fudge’ın “Keep Me Hangin’ On” şarkısı eşliğinde B-filmi havasındaki absürt sahnelerde Cliff Booth, gelenlerin çoğunu acımasızca döverek öldürür; Dalton ise hayatta kalan son kişiyi (beş yıl sonra Anora ile Oscar kazanacak Mikey Madison canlandırıyor) eski bir film setinden sakladığı alev makinesiyle diri diri yakar. Tüm bu çizgi film şiddetine rağmen, bu sahneler Tarantino’nun en duygusal hâli bile sayılabilir: kendi acımasız ve slapstick tarzıyla, hayatların kurtulabildiği ve kanlı bir adaletin yerini bulduğu alternatif bir dünya hayal eder.
Richard Linklater’ın filmi, Before Sunrise’daki olayların dokuz yıl sonrasında geçiyor ve Jesse (Ethan Hawke) ile Céline’i (Julie Delpy) bir başka büyüleyici Avrupa şehrinde yürüyerek sohbet ederken yeniden bir araya getiriyor. Jesse’nin Amerika’ya dönüş uçağına kadar bir saatleri vardır; bu sırada birbirlerine yetişirler, aşklarını yeniden alevlendirirler ve hiçbirinin bir yere gitmeye niyeti olmadığı gitgide daha açık hâle gelir. Böylece Before Sunset, Céline’in dairesinde sona erer; arka planda Nina Simone’un “Just in Time” parçası çalmaktadır. “Bebeğim, o uçağı kaçıracaksın,” der Céline, hem şakacı hem umutlu bir ifadeyle. Jesse gülerek yanıt verir: “Biliyorum.” Evlilik yüzüğünü parmağında evirip çevirirken eski bir ilişkinin kalıntısı olmaya adaydır artık. Her şey kusursuz değildir — Jesse hâlâ evlidir ve küçük bir oğlu vardır — ve önlerinde oldukça engebeli bir yol olduğu hissedilir. Ama yine de son derece romantiktir.
Daniel Day-Lewis’in zamanının en büyük oyuncularından biri olduğu, açıklamaya ihtiyaç duymayan bir gerçek — tıpkı suyun ıslak olduğu ya da maaşımızın üçte birinin bankaya yatmadan yok olduğu gibi. Ama yine de bir kanıta ihtiyaç duyarsanız, There Will Be Blood’ın final sahnesine bakmanız yeterlidir. Day-Lewis’in canlandırdığı Daniel Plainview, sahtekâr din adamı Eli’yi (Paul Dano — o da harika bir oyuncu) aşağılar, inancından vazgeçmeye zorlar ve ardından onu bir tahta bowling lobutu ile öldürür. Paul Thomas Anderson’ın bu dönem epik filmi, çılgınlık derecesinde melodramatik, kafa karıştırıcı ve karanlık bir mizahla sona erer — ama kesinlikle unutulmazdır ve There Will Be Blood’ı yüzyılın en iyi filmlerinden biri hâline getirir.
Kaç tane Steven Spielberg filmi bu listeye girebilir? Close Encounters of the Third Kind, uzaylılarla ilk temas üzerine büyüleyici final sahnesiyle kesinlikle aday. Jaws’ın son düellosu replikleriyle kültleşmiştir, Schindler’s List ise sunduğu içsel arınmayla güçlü bir kapanış sunar. (Yani, bu adam gerçekten nasıl final yapılacağını çok iyi biliyor.) Ama içlerinden en iyisi E.T. The Extra Terrestrial — belki de Hollywood sinemasının en unutulmazı. Arkadaşlığa adanmış, gözyaşlarını durduramayacağınız bir kapanışla biter. “Hep burada olacağım.” E.T.’nin parlayan parmağıyla Elliott’ın kalbine dokunduğu o sahne. John Williams’ın müziği… Birisi hemen peçeteleri getirsin!
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.