Psikolojik filmler her zaman suç hikâyeleri değildir, ancak her zaman insan zihninin en derinlerine, yalnızlığa, acıya, karanlık sırlarına ve her zaman ilgi çekici olan daha birçok unsura dalmamıza olanak tanır.
Bazı filmler gerçekten benzersiz, farklı ya da devrim niteliğindedir; karakterler veya hikâyeler yoluyla pek az kişinin cesaret ettiği yerlere gitmeyi göze alırlar ve bazen en büyük canavarların ya da en büyük kahramanların, göründükleri gibi olmadığını gösterirler.
Evet, birçok iyi psikolojik film yıllar içinde sinemayı derinden etkilemiştir ve bu filmler dünyanın dört bir yanından gelmektedir. Bu yüzden “en iyiler” listesini hazırlamak oldukça zor; öyle ki, bu liste neredeyse sonsuz olabilir. Ayrıca, tek bir kişinin dünyadaki tüm filmleri izlemesi imkânsız olduğu için, iyi filmlerin öne çıkması da kaçınılmazdır.
Ama ChatGPT, internette bulunan her şeye erişebildiği için, eleştiriler, puanlamalar, ödüller, hikâyeler ve daha fazlasını hızla analiz edebilir. Dolayısıyla ona "Sinemanın (ve dünyanın dört bir yanından) en iyi psikolojik filmleri hangileridir?" diye sorulduğunda, etkileyici bir seçki sunar.
Park Chan-wook’un yönettiği bu acımasız intikam filmi, Güney Kore’nin en başarılı yapımlarından biri olarak kabul ediliyor. Film, kaçırılıp 15 yıl boyunca bir odada hapsedilen bir adamın hikâyesini anlatıyor. Serbest bırakıldıktan sonra, onu tutsak eden adamı bulup ona aynı acıyı yaşatmak için intikam arayışına giriyor. Şiddet dolu ve karanlık bir film olan Oldboy, özellikle başrolün bir çekiçle saldırganlarına karşı mücadele ettiği, tek plan çekilmiş aksiyon sahnesiyle öne çıkıyor; bu sahnede öfke, vahşet ve hikâyenin şiddeti güçlü şekilde vurgulanıyor.
Richard Ayoade’nin yönettiği, 2013 yapımı bu filmde Jesse Eisenberg ve Mia Wasikowska başrolde yer alıyor. Film, hükümete bağlı bir kurumda çalışan ve yaptığı işler kimse tarafından takdir edilmeyen yalnız bir adam olan Simon’ı konu alıyor. Simon’ın sakin bir hayatı var, ta ki bir gün ofise yeni bir çalışan gelene kadar. Bu adam tıpkı Simon’a benzemekte, ancak tamamen zıt bir kişiliğe sahip. Zamanla Simon’ın hayatının ve iş yerindeki yerinin kontrolünü ele geçirmeye başlar. Bu da Simon’ı, hayatta kalmak için konfor alanından çıkmaya zorlar.
Yorgos Lanthimos’un en karanlık ve sert filmlerinden biri olan Dogtooth, istismarcı ilişkiler, şiddet ve aşırı korumacı ebeveynler üzerine bir hikâyedir. Film, tamamen izole bir hayat yaşayan üç kardeşi konu alır. Bu kardeşler, anne babaları tarafından dış dünyadan kopuk bir şekilde büyütülmüşlerdir ve yetişkin olmalarına rağmen duygusal olarak hâlâ birer çocukturlar. Dış dünya hakkında hiçbir şey bilmemekte, onun korkunç ve tehlikeli olduğuna inanmaktadırlar. Evde fiziksel ve psikolojik şiddet içeren pek çok olay yaşanır. Ancak bir yabancının eve gelişiyle birlikte, bu kardeşlerin ailelerine olan güvenleri sarsılır ve dış dünyayı keşfetme arzuları uyanır.
Yine Michael Haneke’nin yönettiği Caché, başrolde Juliette Binoche’un yer aldığı bir psikolojik gerilim filmi. Film, Georges ve Anne adlı Fransız bir çifti konu alır. Bu çift, bir gün gizemli videolar almaya başlar. Videolarda evlerinin ve ailelerinin görüntüleri yer almaktadır, ayrıca bazı garip çizimler de bulunur. Georges ve Anne, bunun bir sapık işi olduğunu düşünerek polise başvururlar. Ancak ortada doğrudan bir suçun kanıtı olmadığı için polis hiçbir şey yapamaz. Videolar gelmeye devam eder ve giderek daha rahatsız edici hale gelir. Bu durum çiftin sınırlarını zorlamaya başlar. Sonunda Georges, sapığı kendi başına bulmak ve onu durdurmak zorunda kalır.
Brad Pitt ve Edward Norton, Chuck Palahniuk’un ünlü romanından uyarlanan bu filmde birlikte rol alıyor. Film, hayatından, işinden ve ilişkilerinden (ya da ilişkilerinin yokluğundan) bıkmış sıradan bir adamla başlar. Her şey, kendi kurallarına göre yaşayan gizemli bir adamla tanışınca değişir. Bu karşılaşma, erkeklerin öfke ve hayal kırıklıklarını dışa vurduğu gizli bir dövüş kulübünün kurulmasına yol açar. Ancak işler kontrolden çıkar ve bu oluşum, potansiyel olarak ölümcül bir kült hâline dönüşür.
Andrés Baiz’in yönettiği bu film, kıskançlık, ihanet ve yalanlar gibi temaları işler. La Cara Oculta, Kolombiya’nın en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilir ve bir orkestra şefinin hikâyesini anlatır. Bu adam, kız arkadaşı tarafından kendisine gönderilen garip bir video ile terk edildikten sonra, kadının ortadan kaybolduğunu öğrenir. Durumu polise bildirir ve yardım ister, fakat polis ne kadını bulabilir ne de neler olduğunu çözebilir. Bunun üzerine adam, olup bitenle ilgili kendi inançlarını sorgulamak, ipuçlarını analiz etmek ve yalanlar ağını çözmek zorunda kalır.
Guillermo del Toro’nun yapımcılığını üstlendiği ve J.A. Bayona’nın yönettiği El Orfanato, korku, hayaletler ve karanlık sırlarla dolu bir hikâye. Belén Rueda, eşi ve oğlu ile birlikte deniz kenarındaki eski bir yetimhaneye taşınan Laura karakterini canlandırır. Bu yeni evlerinde özel çocuklar için bir yaşam merkezi kurmayı planlamaktadırlar. Ancak oğlu Simón’un ortadan kaybolmasıyla birlikte, Laura bu evdeki geçmişiyle yüzleşmek ve en acı verici anılarını tekrar hatırlamak zorunda kalır; çünkü oğlunu bulmasına yardımcı olabilecek ipuçları bu geçmişte saklıdır. Kısa süre sonra Laura, evde garip sesler duymaya başlar ve bu yerle ilgili bir şeylerin ters gittiğine, Simón’un kayboluşunun da bu olaylarla bağlantılı olabileceğine ikna olur.
Michael Haneke tarafından yönetilen bu sert film, Birinci Dünya Savaşı öncesinde geçmekte. The White Ribbon, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanmıştır ve siyah beyaz çekilmiştir. Film, Almanya’daki küçük bir köyde geçer. Savaş başlamadan kısa bir süre önce, köyde garip ve yıkıcı olaylar meydana gelir. Kasaba halkı bunun bir tür ceza olduğunu düşünmeye başlar ve bu trajedilerden birinin sorumlusu olması gerektiğine inanır. Zamanla herkes, köydeki çocukların bu olaylarla bir ilgisi olabileceğini düşünmeye başlar ve bir şeyler yapılması gerektiğine karar verirler.
Leonardo DiCaprio ve Mark Ruffalo’nun başrollerini paylaştığı bu gizem filmi, Martin Scorsese tarafından yönetildi ve beklenmedik bir ters köşe ile tüm hikâyenin anlamını değiştiriyor. Hikâye 1950’lerde geçiyor. İki dedektif, ıssız bir adadaki bir akıl hastanesinde kaybolan bir hastayı araştırmak üzere görevlendirilir. Ancak işler sandıklarından daha karmaşıktır ve vaka ilerledikçe, gerçekliğe, akıl sağlıklarına ve bu yerle ilgili bildiklerini sandıkları her şeye dair şüphe duymaya başlarlar.
Thomas Vinterberg’in yönettiği bu gerilim dolu psikolojik dramda Mads Mikkelsen başrolde yer alır. Film, anaokulu öğretmeni Lucas’ın hikâyesini anlatır. Lucas, oğlunun velayetini almak için mücadele eden, toplum tarafından sevilen ve saygı duyulan bir adamdır. Ancak öğrencilerinden biri olan küçük Klara, masumca olduğunu düşündüğü bir yalan söyler. Bu yalan Lucas’ın hayatını altüst eder, onu toplumdan izole eder ve ailesini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Lucas, hayatını ve ailesini kurtarmak için suçsuzluğunu kanıtlamak zorundadır.
BU İÇERİK İLK OLARAK GQ MÉXICO Y LATINOAMÉRICA WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.