Cumhurbaşkanlığı seçiminin ertesi günü; Erdal Beşikçioğlu’nu, Reaksiyon dizisinin çekimlerinden dolayı artık bir ayağı da İstanbul’da olacağı için yeni taşındığı, Cihangir’deki part-time ikametgahından alıp, hep birlikte “hiçbir yere” doğru yola koyuluyoruz. Hiçbir yer derken, kinayem varsa iki gözüm önüme aksın. Kabasıyla nereye gittiğimizi biliyoruz ama prodüktörümüz Ahmed (Çaylı), hafta boyunca; “Peki tamam da canımın içi, ben yine anlamadım, şu çekim tam olarak nerede?” sorusuna hep aynı şekilde yanıt vermiş: “İnan ki hiçbir yer diye tarif edebilirim ancak. Siz hele bir yaklaşıp arayın, ben ordan koordinat bildiririm.”
Gündemin harı malum; haliyle seçimden ve memleket ahvalinden laflaya laflaya ormanları, sayısız kamyonun fink attığı, yapım halindeki bitmeler bilmez yolları, tepeleri bayırları aşıp Kilyos civarlarına geldiğimizde, şebekenin yer yer çektiği noktalardan arayıp tarif alıyoruz: “Park etmiş, kalabalık bir kamyon grubu gördün mü, hah şimdi onu geç...”
Ki biz yine iyiyiz; çekim ekibi arasından inek sürüsü mihenkli tarif alanlar da olmuş. İnekler önlerindeki çayır çimeni beğenmeyip biraz ötede otlayalım dese, sil baştan ara ki bulasın...
Çekim mahalline vardığımızda, “Bu ne ya? Gide gide sonunda IŞİD kampına mı geldik?” diye soruyor Beşikçioğlu. Bulunduğumuz tepelikte ardiye türünden tek bir bina, onun da duvarlarında Arapça birtakım yazılar var. Daha önce yine buralarda çekilmiş bir aksiyon dizisinden yadigarmış meğer.
Açık havaya yerleştirilmiş, çekimde giyeceği kıyafetleri görünce beni kaşıntı tutuyor. Güneş alnımızda alevden bir top gibi; o ise birazdan kalkıp, üzerindeki Run DMC tişörtünü çıkarıp yün kazaklar, kabanlar giyecek; kamp ateşi başında közlenecek. Nema problema şeklinde omuzlarını silkiyor. Sıcak ona dokunmazmış: Hem çok likit tüketmediğinden hararet yapmazmış hem de spotuydu, şuyuydu buyuydu, sıcakla iyi geçinmek zaten meslek icabıymış.
Teşbihte hata olmaz, yine meteoroloji terminolojisinde dillendirecek olursak, önümüzdeki mevsim, bol Erdal Beşikçioğlu yapacak: Yeni bir sinema filmi, yeni bir dizi, yeni oyunlarla perde açacak, yepisyeni bir özel tiyatro...
Eylülde vizyona girecek olan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Beşikçioğlu’nun filmografisinde şimdiye dek görmediğimiz türden bir aşk filmi. İlhami Algör’ün aynı adlı kısa romanından uyarlanan, ödüllü yönetmen Çiğdem Vitrinel’in ikinci uzun metrajı olan projeden bahsederken, “Vali’de bıyıkları beyazlattım, Behzat’ta sakalları beyazlattım; zaman geçip gidiyor, bu arada bir aşk filmine ihtiyacımız var dedim” diyor gülerek...
“Üslupları denemek istiyorum. Behzat Ç.’de yarattığımız karakterin ideolojik bir simge haline gelmesi, dizi tarihinde ender rastlanan bir hadiseydi. Fakat karakterle oyuncu da bu denli özdeşleştirilince, zaman zaman sıkıntılar yaşıyorsunuz tabii. Hiçbir şekilde siyasi bir şey düşünmeden, sadece bireyin kendi içinde yaşadığı sıkıntılardan bahseden bir film yapmak istiyordum. Çiğdem güzel takıldı. Sezin Akbaşoğulları oynuyor, Harun Tekin müziklerini yapıyor. Müzeyyen nasıl bir kadın? Bu adamın o kadında bulduğu, bir erkeğin bir kadında aradığı özellikler nedir? Bu soruları soruyor."
Gelin görün ki, kan çekiyor olsa gerek, aşk filmiyle şöyle bir nefes alır almaz, giriştiği diğer iş, siyasi mi siyasi. Yine Eylül'de Star’da başlayacak olan, “Herkes düşmanını tanıyacak” sloganıyla tanıtılan Reaksiyon’da bu kez eski bir istihbaratçıyı canlandırıyor. “Milli İstihbarat Teşkilatı’ndaki gelişmeleri, İsrail’in, Avrupa’nın, Ortadoğu’nun, Amerika’nın konjonktürel olarak Türkiye üzerindeki etkisini anlatan bir proje” diyor Reaksiyon için: “En son CASA uçağı düştü hatırlarsanız, onun neden düşmüş olabileceğine dair varsayım üzerinden yürüyen, siyasi bir iş. Benim canlandırdığım, biraz eski kafalı, Kuvayi Milliye sınırlarının hiçbir şekilde parçalanmaması yolunda, inandığı ideoloji üzerinden hareket eden bir karakter. Lakabı Dayı. Yeni dönem MİT’ten uzaklaştırılmış, biraz daha kendi dünyasına dönmüş. Birçok düşüncenin savunulduğu bir alan Reaksiyon. Adı üstünde; karşı taraf bir hareket yapıyor, buna karşı da başka biri tepkisel bir hareket geliştiriyor. Bana verilen söz şu ki, biz hiçbir zaman tek bir taraftan bakmayacağız. Daha doğrusu, ‘angaje’ bir bakışı olmayacak. Tek bir taraf söz konusuysa, o da bağımsızlıktan yana taraf... Bunun yolu da her düşünceyi dizi içinde tarafsız biçimde ifade edebilmekten geçiyor.”
Dizi projesi dediğiniz, sinemadaki gibi, senaryonun başını sonunu, her satırını bilerek girişilen bir şey değil; biraz da yolda düzülen bir kervan malum. Beşikçioğlu, gidişatta hemfikir olunmaması halinde diziden ayrılabilme şartını sözleşmesine ekletmiş ki bu, daha önce yaşamadığı türden bir tecrübe değil.
Dizinin seyirci üzerinde yaratacağı etkiyi çok merak ediyor. Sıradan seyirciden öte, TBMM’dekilerin vereceği tepki, esas merakını mucip olan: “Bilmiyorum ki nasıl karşılanacak? İkinci senenin sonunda Behzat’a etmediklerini bırakmadılar biliyorsunuz. Bu da çok tartışılacak bir iş. Ki zaten bana sorarsanız, bir iş yapıyorsanız, bırakın tartışılsın. Mutfakta bulaşık yıkarken dizi seyretmeyelim yani. Onun için bir zaman ayıralım ve eğer ayırıyorsak da ertesi gün tartışacağımız bir zamanı ayıralım. O yüzden Vali vardı, o yüzden Behzat Ç. vardı. O yüzden Işık Hoca gibi bir karakter oynamak istemiştim Es-Es’te; YÖK’le derdi olan ve öğrencinin yanında duran bir hoca olmak istemiştim ama maalesef o dönemin yapım firmasıyla olamadı. Dizide kızım ve o dönemin gençleri devamlı gece hayatına giden gençler olarak lanse edilmeye başlandı. Orda da vardı sözleşmede uymazsa ayrılırım maddesi; bana müsaade dediğim yerlerden biri olmuştu.”
İçinde bulunduğu her işten zevk alıp gurur duymayı son kertede önemsiyor. Fakat konu sanatsa, varsa yoksa tiyatro; ötesi teferruat bir yerde.
Konu 15 Eylül’de sezona perde açacak yeni tiyatroları Tatbikat Sahnesi’ne geldiğinde, burdan Jüpiter’e kadar konuşabilir. İlk kez 1940’ta Ankara Devlet Konservatuarı’na bağlı olarak kurulan, ilk çalışmalarını Carl Ebert’le yapıp yoluna Muhsin Ertuğrul’la devam eden, Devlet Tiyatroları’nın kurulması sonucu 1949’da kapanan Tatbikat Sahnesi’yle on yıllar sonra yollarının kesişmesi, biraz şartların zorlaması sonucu. Denir ya: Kısmet...
“Benim bütün derdim, tiyatroların daha çok ilgi görmesi” diyor: “Televizyonda tüketim olur, tiyatroda üretim. Üretim olan yerde düşünce yeşerir. Bu diziyle birlikte, popülerlik sayesinde, tiyatrodan uzak milyonlarca insanımız sahneleri doldursa, onlarca yeni tiyatro sahnesi açılsa, şahane olmaz mı?”
1970’te Ordulu memur bir babayla Ankaralı ev hanımı bir annenin ilk evladı olarak dünyaya gözünü açtığı Ankara’ya, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı için dönene dek, babasının memuriyetinden dolayı bulunduğu İzmir, Kayseri ve yine Ankara gibi illerde gördüğü ilk, orta ve lise öğrenimi hiç de öyle parlak geçmemiş. Okulu son derece sıkıcı bulurken, konservatuarla birlikte zihni köpürmüş. İşine meftun diyorsak, laf olsun diye değil.
Daha okuldayken adımını attığı Devlet Tiyatroları’yla Türkiye’de arşınlamadığı toprak parçası yok gibi. Henüz 25 yaşındayken, Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda müdür vekili olarak geçirdiği 95-96 sezonuna, bugün bile geriye dönüp baktığında akıl erdirmekte zorlanıyor. Yanlış anlaşılma olmasın; öncesinde Diyarbakır’a gitmek kendi seçimi de o zamanki kafasıyla idarecilik, üzerine kalmış bir ihale denilebilir: “Ben bile isteye gittim Diyarbakır’a, ilk tercihimdi. Arkadaşlarımla gitme garantisi de alınca, merakımdan istedim. Olgunlaşma sürecimde çok etkisi olmuştur. Çok güçlü metinler koyduk sahneye. Ferhat ile Şirin, Macbeth, Kısasa Kısas, Zengin Mutfağı; adaleti sorgulayan işlerdir ve kapalı gişe oynuyorduk. Ordaki oyuncular, bugün baktığınız zaman televizyonu sırtlayan oyuncular: Erkan Petekkaya, Yetkin Dikinciler, Tülay Günal; daha çok var da sayamıyorum şu an... Işıl Kasapoğlu çok güzel bir ivme sağlamıştı; tiyatro dili bizim dilimize çok yakındı ve çabuk çözdük. Her birimiz çok özveride bulunduk. O sahneden çıkmadık. Çıktığımız zaman dışarda terör vardı zaten, öyle bir şeyi görmek bile istemedik. Tiyatro ve ev arasında yaşadığımız dört yıl var bizim. Topuzlu oyununda sahnenin ortasına bomba koydular, patladı. Ama şarlatan bir din adamını sahneliyorduk aslında. Yine de o bombalar arasında işimizi yaptık yani. Belki tuvalet kullanılamadı ama sahne kullanıldı. Güzel zamanlardı her şeye rağmen. Müdür vekilliğine gelince, pek yönetemedim. Dört yıl kalmışsın orda, hepsi dönem arkadaşın. Çektiğiniz dertler bir, tasalar bir, korkular bir, endişeler bir... Bu gruptaki arkadaşlarımdan bazıları askere gitti, onlar gidince de görev ister istemez bize kaldı. O iş aklı başında adamlara verilir, bana nasıl verildi bilmiyorum. Herkesin tayin dilekçesini onayladım. O tayinlerin hepsi olsaydı, Diyarbakır’da oyuncu kalmayacaktı. Sonra Yüksekova dönemi geldi zaten ve anladık ki ülke bizim algıladığımız perspektifte değil yani. T.C. sınırları içinde kafanızı sağa çevirdiğiniz zaman başka bir perspektif oluyor, sola çevirdiğiniz zaman bambaşka...”
Yüksekova dediği, 99’da teğmen olarak askerlik vazifesini tamamladığı dönem: “E zor geçti, kolay değil hiçbir şey. Kurada Güneydoğu çıkıp da ben sanatçıyım, ne işim var orda dediğimde, ordakilerin de morale ihtiyacı var demişlerdi. Hani askerde öyledir ya, yaptığın işe göre seni sevk ederler. Bize de ona göre iş verdiler, aç-aç düzenledik askerde. Çatıştık, bekledik, düşündük. Hele ki o dönem, Güneydoğu’ya gidip de çatışma görmeyen yoktur. Komutanın postası da görmüştür yani. Bittikten sonra Ankara’ya döndüğümde, dağa çıkıp kamp yapmak istiyordum, ev basıyordu, kapalı yerler basıyordu. Kendimi tedavi etmem iki sene sürdü. Sonra Derin de doğunca, sinema başladı ister istemez. Başlarda hiç niyetim yoktu ama Elvin’in bir işi vardı, onun işi patlayınca birinin para kazanması gerekti. İlk işimiz Uzaktan Kumanda diye bir filmdi Bora Tekay’la. Daha sonra Ece’nin (Yörenç) bir işi vardı, Mars Kapıdan Baktırır diye, televizyona onu yaptık. Akabinde Kasırga İnsanları geldi ki o da uzun sürmedi. Reytinglerin parçalandığı dönem. Köprü, yani Vali, ondan sonradır. İlk teklif geldiği zaman, ulan ben 35 yaşında adamım, bu nasıl olacak, dedim. Sonra baktım ki adam hakikaten 35 yaşında vali olmuş zaten.”
Gerisini, esasında tiyatrodan yana söyleyecek olursak evvelini de, buraya sığdırmak mümkün değil. Beşikçioğlu’nun sinema, dizi ve özellikle de tiyatro kariyerine bakan, klonlanmış olabileceğinden yana şüphe duyabilir; öylesine bir yoğunluk, pırlanta gibi bir kariyer... Ki sadece oyuncu olarak değil, yönetmen, genel sanat yönetmeni, tabiri caizse patron olarak da yoğun bir mesaiden söz ediyoruz.
Geçen yıl in-yer-face akımının sağlam örneklerinden Mojo’yu sahneledikleri Cer Modern, onun tabiriyle “çok pahalı bir iktisat fakültesi eğitimini andıran”, maddi anlamda “fena halde çuvalladıkları” Dip Sahne’nin ardından, ikinci özel tiyatro girişimiydi. Cer Modern’den ayrılıp Tatbikat Sahnesi’ni kurmalarına vesile olan “kader kısmet” mevzuuna dönecek olursak, şöyle anlatıyor: “Gezi eylemlerinden sonra Cer Modern’de tadımız kaçtı çünkü Gezi’yle beraber bizi başka bir profile soktular. Yaptığımız her iş izlenir, daha doğrusu takibe alınır olmaya başladı. E şimdi biz de soruyu güzel soran adamlardanız yani, genel olarak hayata karşı. Biz her şeyin cevabını verebiliriz ama sorumlu biz değiliz bir yandan. Cer Modern’deki arkadaşlara, siz nasıl bunların burada oyun oynamasına müsaade ediyorsunuz diyebilirlerdi. Öyle bir şeye mahal vermemek için bitirmek zorunda kaldık. Bizim oyuncularımızı çok dövdü polis. Bir kızımız kuyruksokumuna yediği bir tekmeden altı ay poposunun üzerine oturamadı. İki çocuğumuzun kafası yarıldı. Ve ben onları koruyamadım yani. Gitmeyin dememe rağmen, gitmek zorunda hissettiler. İlk dört günde gelişen olaylardan söz ediyorum. O yüzden biraz ara vermek gerekiyordu. Cer Modern’deki arkadaşlar da çok anlayışlı yaklaştılar. Hep aramızda bir husumet varmış gibi lanse edilmeye çalışıldı ama hiç alakası yok. Benim için şöyle bir durum oluşmuştu; nasıl diyeyim, bireyin olgunluğunda hareket etmem gerekiyordu. Verdiğim ve ettiğim bir sözün arkasında benim durmam gerekiyordu. Benim ayaklarımın üzerinde durduğum, bana ait bir yer olması gerekiyordu. İçgüveysinden hallice bir yerde, onlara da zarar gelmesin diye kırk kere düşünmek istemedim açıkçası. Öyle bir durumda yaratıda da özgür olamıyorsunuz çünkü maalesef.”
Bunun üzerine bir sene öööyle oturduklarını, fakat genç arkadaşlarının durup durmak istemediklerini söylüyor: “Yine çocuklar beni heyecanlandırdılar aslında. Yani siz 15 kişiye yaklaşık iki sene boyunca şu ana kadarki tecrübelerinizi anlatmışsınız, aktarmışsınız, günde sekiz saat prova yapmışsınız, bedenlerini eğitmişsiniz, ondan sonra bir anda her şey kopmuş çünkü keyfiniz kaçmış, çünkü ülkenin meselesi başka bir yere gitmiş. Biz de ne yapalım o zaman dedik; Türk-Amerikan Derneği’nin arkasında bir tane tiyatro var, orda oynayabiliriz abi. Gittik, o arkadaşlarla konuştuk, dedik ki biz bu tiyatroyu istiyoruz. Atıl bir yer. Son tadilatını 1983 yılında görmüş. Nadir’e (Behzat Ç./Seni Kalbime Gömdüm’ün yapımcısı Nadir Koçoğlu), gidip binayı yapar mısın bana, diye sordum. Yaparım abi dedi. Tamam o zaman dedik, biz de yaptığımız işlerden sana yüzde veririz, böylelikle sen de yaptığın masrafı çıkarmış olursun. Böyle böyle giriştik işe. Azimli ve hevesliyiz. Ne bileyim, hep topa vurmak istiyorum ben. Hepimiz topa vurmak isteriz. Ama bazen topa vurayım derken toprağa vuruyorsun, bazen ıskalıyorsun; yapacak bir şey yok. Maçta da oluyor bunların hepsi. Serdar (Akar) abinin dediği gibi, fena halde futbola benziyor yani hayatımız. Top bazen direkten dönüyor, bazen de öyle bir vuruyorsun ki gol oluyor. Hayat...”
Esasında tüm bunlarla hiç de uğraşmak zorunda olmadığını, çok daha rahat bir hayat sürebileceğini hatırlatan çıkıyor mu arada, diye sorunca pek şaşırıyor. “Niye?” diye sorarken hayretle kalkıyor kaşları: “E hayat nasıl geçecek? Ben bunu biliyorum, bunun eğitimini almışım yani.”
“Hayır yani” diyorum, “İşin maddi, idari, bürokratik hammaliyesiyle, sorumluluk faslıyla başkaları uğraşsın, ben neticede starım, eğlenceli, lüks tarafından takılayım da diyebilirdiniz.”
“Öyle demeyin” diyor: “İşi becerdiğiniz zaman çok da güzel, çok da eğlenceli oluyor yani. Bir oyunu sahneye koyuyorsunuz, seyirciyle buluşuyor, o genç çocukların yaptıkları iş karşısında aldıkları alkıştan gözleri çipil çipil olduğu zaman var ya; o dünyanın en büyük hazzı. Kimse ondan vazgeçemez. Bilen bilir onun nasıl bir şey olduğunu.”
Bunları söylerken, gözlerinde resmen flaşörler çakıyor. Tevekkeli Erdal Beşikçioğlu hep, büründüğü rol ne olursa olsun, kimselerin bilmediği bir şey biliyormuş gibi bakıyor.
“Çok enteresandır, okullar kimya bakımından farklılık gösteriyor. Hacettepe’den bir öğrenci aldığınızda başka bir kimyayla karşılaşıyorsunuz, Bilkent’ten aldığınız zaman başka... Dil Tarih’ten aldığınızda başka, İstanbul başka, İzmir başka... Ben baktığım zaman, ilk anda İzmir’den bu çocuk diyebiliyorum. Ondan sonra ekol diye bir şey yok diyorlar! Olabilir mi hiç öyle şey, daha doğrusu, olmayabilir mi, olmaması mümkün mü? Tonlamaların, vurguların, duruşun, stilin, nefes alma tekniğin bile değişir yani...”
“Birçok okuldan öğretim görevlisi olarak burada çalışır mısınız diye teklif geldi. Ben de herkese dedim ki, ben hiçbirinize gelmeyeyim ama sizle bir anlaşma yapalım, siz bana staja gönderin öğrencileri, en azından sınıf geçme değerlendirmesi yapayım. Sahne üzerinde realizasyonda ne durumda, tiyatroya bakışı nedir, bunun raporunu düzenleyelim size. Ben sizi öyle desteklemeyeyim de siz büyük kurumlar olarak beni böyle destekleyin. Bırakın o etiket hikayelerini yani... Şimdiye dek hiçbir özel tiyatro ve okul yapmamış bunu, böyle bir işbirliğine girişmemiş. Staj yapmadan, elektrik elektronikten birini mezun edebiliyor musunuz? İş sahne deneyimine gelince, hocası öğrencisini çok seviyor; canım cicim diyor, çocuk mezun oluyor gidiyor. Bir dur bakalım ya, bir staj şansı ver bakalım üçüncü sınıfta, yönetmeni nasıl değerlendiriyor, bir gör.”
“Benim hayatta dinlediğim iki insan vardır, biri Binnaz Dorkip’tir, diğeri de Elvin (Beşikçioğlu). Bunun ötesine geçebilecek altyapıya sahip bir eleştirmen görmedim ben. Eleştirmen dediğiniz zaman, her şeyi yalayıp yutacak. Son eleştirmenimizi de kaybettik işte; benim için ağzından çıkan her kelime paha biçilmez değerde Sevda Şener’di, başka da kimse kalmadı. Bizim eleştirmenler, ben oyunu sahneye koysaydım nasıl koyardım düşüncesi üzerinden hareket ediyor. İkisi bambaşka şeyler. Sen metni bileceksin, bu adam bu metinde ne yapmak istemiş, bunda başarılı olmuş mu olmamış mı, onun sorgusunu yapacaksın. Bana ne len senin sahneye nasıl bir şey koymak istediğinden? Yiyorsa sen koy sahneye o zaman! Kolay da iş değildir, onu da söyleyeyim yani. Sanatçı kaprisiyle uğraşmak, bir sanatçının içini açmak hakikaten zordur. İnsan anasına babasına bile kolay kolay açmaz içini.”
“Ben sözümü söylemekten çekinmiyorum. Söylediğim şeylerin de her daim arkasındayım. Ülkede sanatçılar edecekleri sözden çekinirlerse vay halimize. Ben eleştiren, izleyen, değerlendiren tarafım. Bunları sahnede seyirciye anlatan, aktaran tarafım. Zaten tiyatro sanatının yaşayan tarafı da bu. Sanatçının özerkliği vardır; kendine eziyet eder, ne ederse kendine eder. O yüzden siz karışmayın onlara. Onlar söylesinler, siz de dinleyin ama. Onlar değerlendirmelerini yapsınlar ama mutlaka dinleyin. Dinlemek yerine bu değerlendirmeyi ortadan kaldırmak için uğraşmayın. Arabanın egzozunu sökerseniz eğer, o motor boğulur, yanar yani... O egzoz her zaman mevcut olmak zorunda. Umut etmekten başka bir telkinimiz yok bizim.”
“Komedi yapmak istiyorum tabii. İnsanın kendisiyle dalga geçmesinden büyük erdem olabilir mi? Fakat sinema yönetmenleri üslup konusunda bence yetersizler Türkiye’de. Tiyatro tandanslı olmadıkları, tiyatroyla ve akımlarıyla ilgilenmedikleri için, varsa yoksa sinema ve sinema akımlarıyla ilgilendikleri için, aslında o fotoğrafların içinde oluşturmak istedikleri plastik konusunda bir fikirleri yok. O yüzden çok iyi komedi çıkmıyor maalesef. Benim sevdiğim tür, mesela Fasulye gibi bir komedi. Bora’nın (Tekay) yaptığı, bence Türk sinemasında ender, örnek işlerden biridir. Absürd kafaları inanılmazdır. Absürd dediğinizde başka türlü algılanıyor bizim ülkemizde, güldürme üzerine birtakım saçma sapan grotesk hallere giren oyuncular çıkabiliyor ortaya. Bizde komedi dediğinizde, belli adamlar vardır, kişiler üzerinden giden komediler vardır, mevzu odur yani. Bir kanal yakalandığı zaman hemen ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü çekilen bir hal alır. O da ne kadar yararlıdır bilemiyorum. Bunu da eleştirmek için değil, bir hale dikkat çekmek için söylüyorum.”
“Biz Tatbikat Sahnesi’nde diyoruz ki, bir ekol yaratacağız. Çok egosantrik bir yerden bakıyorsunuz neticede çünkü yaratmak zorundasınız. Kenterler kapanmış durumda misal. Tiyatro topluluklarının hepsi soluk, silik bir hale gelmiş durumda. Devlet Tiyatroları’nın kapanmasıyla ilgili itiraz ettiğim nokta da o benim. TÜSAK’ın açılmış olmasıyla ilgili bir derdim yok. Fakat Devlet Tiyatroları bir ekoldür ve o ekolün kapanması Türkiye’ye zarar verir. Çünkü kuracağınız herhangi yeni bir oluşum, birbirini dengeleyecek ya da sorgulayacak başka bir kurum olmadan yine el yordamıyla kendini bulmaya çalışacaktır; bu da doğru bir şey değil.”
“45 yaşına gelmişim. Bir Delinin Hatıra Defteri’nde yedinci sezona giriyoruz. Bu yıl büyük ihtimalle emekliliğimi isteyeceğim. Biz zamanımızı doldurmuşuz Devlet Tiyatrosu’nda, yaşa takılıyoruz tabii ama büyük ihtimalle oradan emekli olacağız. Devlet idaresine biri gider, biri gelir. Özlemeyi soracak olursanız, şu var: Devlet Tiyatroları’nda mesela dekor için bir şemsiye istediğiniz zaman, altı tane örnek gelir, içlerinden en uygun olanını seçer, alırsın. İşin maliyesini hiçbir zaman düşünmezsin, senin için önemli olan işin kreatif tarafıdır. O yüzden Devlet Tiyatroları’nın kâr etmek gibi bir şansı yoktur; o sosyal bir hizmettir yani. Devletin erdeminin temsilcisidir, sanata bakışıdır, dünya üzerinde bu konuda durduğu yerdir. Ve bunlar büyük göstergelerdir. O imkanları özleyeceğim, orası kesin. Tatbikat’ta bunu çok zor elde edeceğiz, daha fazla çalışarak elde edeceğiz ama çıkan da yüzde yüz bizden olacak.”
“Derin (Beşikçioğlu) çok oynamak istiyor babasıyla. Çok acı çekeceğini biliyorum ama yapacak bir şey yok tabii. Seviyorsa, hayır kızım o heriften sana hayır gelmez diyemezsiniz ki. Onu yaşayacak görecek, acısını da kendi çekecek. Fakat bilecek ki çok bunalacağı zaman gidip sığınacağı, dertleşebileceği birileri olacak. Biz evde ezber yaparken, evin içinde devamlı bir şeyleri prova ederken, bunun böyle olacağı hep belliydi. Elvin’le birbirimize bakıp ‘Ay ay ayyy, bu kız da oyuncu olacak’ diye dövündüğümüz çok oldu, çünkü bakışından anlıyorsunuz. Çekip bir gün dedim ki; bak Derin ya, Tevfik Fikret’te okuyorsun, Sorbonne’da okuma şansın var; oyuncu falan olma, mesela sanat tarihi oku, resim oku, evde tek başına takıl, üret. Yine üret yani... Yok! Okulun tiyatro kolunda şimdi, o da oyun oynuyor. Arada gidiyor, dışarıda özel Fransızca tiyatrolarda oynuyor. Bale dersleri var, dans ediyor. Geliyor yani. Korktuğumuz başımıza geldi yani...”
“İki oyunla açıyoruz sezonu. Biri Marquis de Sade; hayatının 30 yılını hapishanede, 12 yılını akıl hastanesinde geçirmiş dışavurumcu yazar. Fransız Devrimi’nin enteresan adamlarından biri. Güzel tekst. Kendi içinde bir başkaldırısı, bir tanrı sorgulaması var. Diğeri de benim sahneye koyduğum, Jean-Paul Sartre’ın Mezarsız Ölüler’i. Varoluşçu felsefe. Hikayeyi baştan düzenleyerek işi morga çevirdik. Morgda sonlarını bekleyen, yaşayanlar mı ölüler mi olduğu belli olmayan bir grubun sorgulama haline dönüştürdük. Enteresan da oldu. ODTÜ’de iki oyun oynadık, ikisinde de 750 kişilik salon doluydu. İzmir’de oynadık, 650 kişilik salon doluydu. Kendi sahnemizde oynadık, Allah’a şükür boş geçirmedik. Önümüzdeki sezon için kamuoyu yoklaması gibiydi. Ardından bir Woyzeck yapacağım ben, müzikal olacak. Esasta Kuşlar’ı yapmak istiyorduk ama maalesef istediğimiz oyuncuları bulamadığımız için olamadı. Şarkı söyleyip dans edebilen oyuncularımız yok çok fazla. 250 kişi içinden hem dans edip, hem şarkı söyleyip hem de oyunculuk meziyetine sahip olan üç kişi çıktı. Hal böyle olunca, biz de kasıma doğru Woyzeck Masalı’nı yapmaya karar verdik. Ocak ayında da Elvin’in yapacağı, Şule Gürbüz’ün yazdığı Kambur diye bir hikayemiz var, onu oyunlaştıracağız.”
“Bu sahnenin adının Tatbikat olmasının sebebi aynen şudur: Buranın 1940’ların başındaki kuruluş amacı, okuldan mezun olan çocukların uygulama yapabilmesi için bir sahne yaratmak. Yıl 2013’ken hâlâ öyle bir sahne yoktu. Bugüne dek hiç kimse, hiçbir hükümet desteklememiş yani. Rantı olduğu için devamlı konservatuarlar, güzel sanatlar fakülteleri açmışız ama onlar için bir uygulama sahnesini Kültür Bakanlığı bile akıl etmemiş. Halbuki bizden sonra gelecek oyuncuları yetiştirmek zorundayız. yoksa yakın plan, bel plan çekilmiş diziler seyretmeye başlayacağız; genel planı olmayan diziler seyrediyoruz yani. Biz burayı yine okullu çocukların gelip, bizim uygun gördüğümüz sınavdan geçip bizimle beraber yürüyebilecekleri, bizim yapacağımız projelerde var olabilecekleri, üstelik egolarını tatmin edebilecekleri bir yer haline getirmeye çalışıyoruz.”
“İçin için devletini sevmek derken, seviyorum tabii. Ben onun için yetiştirildim ya... Hacettepe Devlet Konservatuarı’ndan mezun olduktan sonra Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’na gitmeyi kendim istedim. O adapta bir eğitim aldım, o ekolden hocalarım vardı, bize de bunu öğrettiler. Bizden önceki dönem, önde oyun oynanırken, sahnenin gerisinde yere basmadan yürürler. Böyle bir ekolden gelmiş adamlarız; kalkıp da len lun diye hitap edilince, bize gelmiyor yani. Çünkü devleti temsil ediyoruz biz orada. Devlet Konservatuarı’nın ilk dönemlerinde oyuncular yetiştirilirken porselen tabaklarda yemek yerlerdi, sofra adabını, her şeyi bilirlerdi. Bir sanatçıyı, olması gereken her türlü davranışına kadar yetiştirirlerdi. Ağzından çıkan hitabetin şekline şemailine kadar... Şimdi her yerde bir sanat okulu var. Ülke bu kadar yetenekli mi kardeşim? O zaman biz niye bu kadar yerimizde sayıyoruz? Tuhaf değil mi bu denklem?”
“Sanat okullarını YÖK’e bağladığın zaman hiçbir şekilde başarılı olman mümkün değil. Öğrenci okula giriyor; diyelim ki adapte olamıyor, beceremiyor; olmuyor. Kendini kıramadı diyelim. Mezun etmek zorunda değilsin ki. Esas mezun ettiğin zaman ona acı verirsin çünkü. Çünkü hayallerinin hepsini yıkmışsın demektir şimdiden. Bizim dönemde birinci sezon bakarlardı oyuncunun gidişine, olmazsa hadi arkadaş, sen buralarda oyalanma, hayatında kendine başka bir yön çiz denirdi. Sen şimdi altı yılda, sekiz yılda mezun ediyorsun adamı; 19, 20 yaşında girmiş, ortalığa çıktığında neredeyse 30 yaşında oluyor ve istediği başarıyı gösteremiyor. E, 35 yaşından sonra bu adam kendine yeni bir yol nasıl çizecek? Sen umut verdiğin gençten sorumlusun neticede. Öyle olunca da insanın tadı tuzu kalmıyor tabii.”