Farah Zeynep Abdullah’la, çekim ekibi toparlanıp gittikten, el ayak çekildikten sonra, oturmuş laflıyoruz. İnsan bizzat şahit olmasa, şimdi kanepeye çökmüş, kucağındaki kocaman tabağa kafasını gömmüş, bir yandan yemeğini yiyip bir yandan bıcır bıcır konuşan, şakırcasına kahkaha atan, bir soru cevaplıyorsa karşılığında üç soru soran şirinlik muskasının, daha yarım saat önce, kameranın önünde seksapel konuşturan, serin mi serin, alımlı genç kadınla aynı kişi olduğunu idrak etmekte güçlük çekebilir.
Şirinlik muskası derken, tabiri herhangi bir kinayeden ya da olumsuz manadan arındırarak düşünmeniz rica olunur; zira ne diyeyim, bilemedim. Kuş gibi fiziği, flaşör ferli gözleri, tepesinde kıvırıp toplayıverdiği saçları ve iki kulağına yayılan gülüşüyle, gençlik festivali tanıtımına model bile değil, maskot olur; alıp anahtarlığına falan takmak istiyor insan, öylesine sevimli.
Sivil haliyle gayet baskın bir aurası var, o kadar kendi gibi ki o kadar olur. Kamera önündeyse tüm zamanların renklerine açık, beyaz bir kanvas gibi, tuval gibi. Al, gönlüne göre şekillendir işte...
Çekimin sürdüğü sırada, önümüzdeki ay seyircinin huzuruna çıkacağı iki ayrı rolün görüntülerini izlemişim. Mart başında Star’da başlayacak, Kıvanç Tatlıtuğ’la başrolü paylaştığı dönem dizisi Kurt Seyit ve Şura’da, soylu bir ailenin kızını canlandırıyor. 14 Şubat’ta vizyona girecek olan, Engin Akyürek’le başrolleri paylaştığı Bi Küçük Eylül Meselesi’nde ise geçirdiği kaza sonucunda hayatının son bir ayı belleğinden silinmiş, unuttuğu aşkın peşine düşmüş, modern bir genç kadını... GQ çekimindeki pozlarını da hesaba katınca, dört-beş saatlik zaman diliminde, dört birbirine benzemez Farah Zeynep Abdullah görmüşüm; şimdi düşününce, onu bisiklet dümenine rüzgar gülü olarak takmak da bir fikir olabilir.
Yok anahtarlıktı, yok maskottu, yok tuvaldi, rüzgar gülüydü; bu teşbihler de yanlış anlamaya mahal vermesin bir taraftan lütfen. Farah Zeynep Abdullah, fazlasıyla insan...
Hayatında yeri olan yazarlar ve eser kahramanlarından laf açıldığında en başta Voltaire’in Candide’ini sayıyor; bayıla bayıla okurmuş: “Güzel bir şey olduğunu düşünüyorum oradakinin. Her şeyin, olabildiğinin en mükemmeli olduğu düşüncesi... Verdiği hissi nasıl anlatayım, bilemiyorum ki; şunu düşündürüyor bana: Her şeyin daha iyisi de olabilir. Öyle bir kitabı özetlemek için çok basit bir ifade belki ama kitabı okuyunca bambaşka şeyler alıyorsun işte. Oyun okumayı çok sevmem ama Sartre’ın oyunlarını çok severim. Huis Clos (Gizli Oturum) çok garip hisler veren bir oyundur. Dario Fo’yu çok severim, o da başka bir deli. Çok var yani...”
Bir yandan böyle karanlık eserleri, varoluşçu isimleri falan sıralarken, bir yandan da kader üzerine iyimserlikle söylenmiş ne varsa sayıyor: “Su akar yolunu bulur. Her şeyin hayırlısı olsun. Her şey olacağına varır, bir şey olacaksa olur zaten. Nasip, kısmet... O kafadayım biraz. Çok zorlamadan çaba sarf etmek taraftarıyım her konuda.”
Enteresan mı enteresan... Voltaire’in iyimserliği, olası en satirik dille, yerin bin kat dibine sokup sokup çıkardığı Candide’i “iyimser” okuyabilmek de bir tür maharet neticede.
Fakat bir yandan da Farah Zeynep Abdullah’ın aile geçmişi marazdan hayır çıkmış hikayelerle dolu; genetik bilgi konuşuyor bir yerde.
Misal, rahmetli dedesiyle anneannesinin büyük aşkı, aynı dispanserde çalışıp uzaktan uzağa bakışırken, bir tatil günü dedesinin, denizde boğulma tehlikesi atlatan anneannesini kurtarmasıyla başlamış.
Annesiyle babasının 30 yılı devirmiş evliliklerinin başlama hikayesi daha da tuhaf. Annesi Gülay Hanım, 17 yaşındayken bir gün babasının arabasını çalmış gezerken trafik kazası yapmış. Ailesine nasıl söyleyeceğini kara kara düşünmeye kalmadan, çarptığı otomobilin sahibi, ünlü bir inşaat firmasının sahibi olan kadın, annesine şirketlerinde çalışıp borcunu ödemesini teklif etmiş.
Dünyaya gözünü Erbil’de açmış, çocukken savaştan kaçıp Türkiye’ye gelmiş, Arapça’yı unutmuş olduğundan 17 yaşındayken askerlik için kısa süreliğine dönmek durumunda kaldığı memleketinde “dilsiz asker” olarak nam salmış babası Osman Abdullah da o sırada, o şirkette çalışıyormuş.
Bu tesadüfler zincirinin ürünü: 89 doğumlu Farah Zeynep Abdullah, dört yaş büyük ağabeyi Kaan ve sekiz yaş küçük kardeşi Harun... E, gel de iyimser olma, gel de kaderin getirilerine inanma şimdi...
Farah Zeynep Abdullah, bugün de İstanbul’daki ömrünün geçtiği Gayrettepe’de, anneannesiyle birlikte yaşıyor. Ailesi, babasının işi nedeniyle, o lisedeyken taşındıkları Londra’da. Babasının BP’den emekli olmasının ardından, bir kuru temizlemeci açmışlar, karı-koca orada çalışıyorlar şimdi: “Ama gerçekten çok âşıklar. Babam annemi hâlâ doğal avokadoyla masaj yaparak uyandırıyor mesela. Annem, bu acayip babanız var ya, diye anlatıyor. 30 sene olacak bu yıl, çok acayip bir şey. Babam inanılmaz bir adam. İnsan her gün 04.00’te kalkıp koşusunu mutlaka yapar, gelip duşunu alır, öyle işe gider mi?.. Çok çalışkandır. İnanılmaz bir müzik arşivi var. TV’de futbol maçı açıkken, ses sonuna kadar köklenmiş klasik müzik dinlenir evde. Tom Jones hayranı. Hayatımda ilk gittiğim konser Rolling Stones’du.”
Ortaokul yıllarını düşününce, 7’sinde neyse 70’inde odur lafının antitezi olarak addediyor kendini. O kızın kendisiyle hiç alakası yokmuş; son derece hırçın, huysuz, şımarık bir tipmiş: “Gerçi şimdi de şımarık görünüyorum galiba. Yeni tanıştığım insanlardan hep öyle bir şey gelir; dışarıdan bakınca çok şımarık olduğunu düşünmüştüm, öyle değilmişsin derler.”
Çok içinden dilediği her şeyin, tuhaf bir şekilde gerçekleştiğine inanıyor. İnanmaktan öte, bittecrübe sabit, hep öyle olmuş... Lisedeyken kafasındaki yegane düşünce ÖSS’ye girmemekmiş, girmemiş de nitekim: “Buradaki öğretmenler bir garip. İngiltere’ye taşınıyoruz artık ve ben kimyayla coğrafyadan borçlu gidiyorum İngiltere’ye. Bırak artık peşini di mi, 2 veriver yani, kimya okumayacağım, belli işte. Oraya gidince okul hayatımda ilk kez sen neyi seçiyorsun diye soruldu nihayet. Başarılı bir öğrenci asla olmadım. Bana müzik olsun, tiyatro olsun... Lisede de, tiyatro yaptığım dönemde, herkes benden daha iyi bilirdi teorisini. Ben sadece içimden geldiği gibi hareket ediyordum.”
Ne seçiyorsun sorusuna yanıtı, medya, Fransızca ve tiyatro olmuş. 10 yaşındayken sahneye çıkmanın verdiği hissiyatı çok net hatırlıyor: “Rahattım ama rahat oluşuma da çok şaşıyordum. Kuliste kalbim çıkıyordu çünkü, öleceğim zannediyordum. Sahneye bir çıktım, hepsi geçti, benim yani.”
University of Kent’e başlarken de çift anadal seçer: Fransız Edebiyatı ve Tiyatro (Drama)... İkinci senesinde, Paskalya tatili için geldiği Türkiye’de, dönmesine üç gün kala, yine bir tesadüfle, Kanal D Dramalar Koordinatörü Lale Eren’le tanışmasıyla, hayatının akışı değişir.
Lale Eren ve yönetmen Zeynep Günay Tan, Öyle Bir Geçer Zaman ki’deki Aylin karakteri için hem masum hem de seksi görünen bir oyuncu arar, bir türlü bulamazken, hayat yollarını kesiştirir: “Türkiye’de tiyatro denince oyunculuk okuyorsun zannediliyor, benim tiyatroda oyunculuk tecrübelerim hep amatörceydi halbuki. Facebook’tan fotoğrafımı görür görmez, budur demiş Zeynep Abla. Ertesi gün bir kamera çekimi aldılar. Aynı hafta içinde de gelebilir misin diye sordular. Okul olumlu baktı. İngiltere’de o tip şeylere büyük saygı var; tecrübe, hayat deneyimi diye görüyorlar, hiçbir şey olmasa para kazanacaksın. Dondurdum okulu neticede. Setteki ilk günüm çok zordu. Yapamadığımdan emindim. Ne yapamadığımı da bilmiyordum işin fenası. Tiyatroda hep büyük oynuyorsunuz. Bana büyük gelmiyor ama onlara büyük. Şimdi bakınca anlıyorum ne demeye çalıştıklarını. Eve gidip ağlıyordum; ne yaptım, bu nasıl geçecek diye... Çok zor bir dönemdi. Dil zorluğu vardı, Türkçe oynamaya gerçekten alışmamış bir insandım, bir de aksanım çok kayıktı. Eski kelimeler yoktur bende. Kiriş, zerzevatçı gibi kelimeleri bilmiyorum diye benle eğleniyorduk bayağı. Dönem dizisi de olduğu için, kelimelerin ifade ettiği o zamanın şeylerini filan bilmiyorum. Toto diyorlar, toto ne diyorum ben. Başlarda yorumları okuyorum; herkes, diziyle ilgili her şey, son derece olumlu tepkiler alıyor, bana gelince ‘Bu kız ne?!’ Allahım n’olur bu işi öğreneyim, bu diziye bir katkım olsun diye dualar ettim resmen. Sonra kendimi biraz bıraktım, ekibin de çok büyük desteğiyle, biraz daha iyileşti işler.”
Farah Zeynep Abdullah’ın “Biraz daha iyileşti işler” dediği şey, reytingi ve ömrü gani bir ilk dizi, Kelebeğin Rüyası gibi bir filmle sinema siftahı ve destur bismillah, bu rollerle kazandığı ödüller: Bu satırların yazıldığı saatlerde, Rusya’daki çekim setinden, Kelebeğin Rüyası’ndaki rolüyle kazandığı 46. SİYAD En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’ne teşekkür ve selamlarını iletmekle meşguldü. Aynı rolle Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Ödülü’yle taltif edilmişliği de var. “Hiç beceremiyordum” dediği Aylin rolüyle 2011’de Antalya Televizyon Ödülleri’nde onurlandırılmış bulunduğunu da belirtmeden geçmeyelim.
İki senelik yoğun dizi temposunun ve Kelebeğin Rüyası’nın çekimlerinin ardından bir süre İngiltere’ye giderek ara veriyor: “Sabahlara kadar dizi izleyip arkadaşlarımla oluyordum. Okula da gitmiyordum. Yayılmayı çok özlemişim. Genel olarak hayatta ara vermek, çok önemli. Kimseye diyemezsin böyle tabii, insanlar hayat kovalıyor, herkes o imkanı bulamayabilir ama benim böyle bir şansım vardı, kullandım. Ne yapmak istediğimi düşündüm. Oyunculuk yapmak istemiyordum çünkü. Yapabiliyor muyum, ondan da emin değildim. Orada yaşarken, bunları düşünürken, şöyle bir şey oldu: Özlediğimi fark ettim. Ama her hücremle orada olmak isteyeceğim bir şey olursa yaparım diye koymuştum kafaya. Kurt Seyit ve Şura’nın bahsi geçer geçmez, tamam dedim. Anında. Çoğu kararımda hiç düşünmüyorum zaten. Tamamen hissiyat üzerine gidiyor her şey. Döndüm yine buraya.”
Kurt Seyit ve Şura’daki rolüne nasıl hazırlandığını sorunca, hayat hazır olduğu şekliyle gelsin der gibilerinden bakıyor: “Dersini çok iyi çalışırsın ama sınavda çuvallayabilirsin. Strese girersin ya da ne bileyim, öğretmen bilmediğin yerden sorar. Set benim için öyle bir şey. Altyapı duygularla ilgili olduğu için, sette belli oluyor birçok şey. Kareli bir oyunculuk düşüncesine çok inanmıyorum ben. Sadece herkese göre değil, aynı zamanda herkesin hallerine ve her farklı role göre değişebilen bir şey bence oyunculuk. Öyle Bir Geçer Zaman ki de dönem dizisi ama daha yakın, annelerimizin, anneannelerimizin bildiği, yaşadığı bir dönem en azından. O bilginin aktarımını farkında olmasan da gözlemleyebildiğin bir dönem. Ama burada bayağı bayağı tarih çekiyoruz. Bir merak da doğuruyor aynı zamanda. Bunun için filmler de izledim ama izlerken bunlar da neresinden baksan film diye düşünüyorum esasında. Belgeseller, resimli kitaplar daha yardımcı oluyor. Kurt Seyit ve Şura kitap olarak zaten rehberimiz gibi. Ece Yörenç her konuda her şeyi yanıtlayabilecek kadar hakim her şeye. Onun olması büyük bir rahatlık.”
İngiltere ve Türkiye’yi kıyaslamasını istediğinizde, burada herkesin “ister istemez” daha bilinçli olduğunu söylüyor: “Herkes her şeyin farkında, bizler burada her şeyi takip ediyoruz. Genel kültürümüz çok yüksek, gerçekten. Orada sistem iyi işliyor ya, kimse bu konulara bu kadar kafa patlatmaya gerek duymuyor. Özel üniversitelere gelen zamma itiraz ediliyor mesela; orada eylem yapılacaksa yapılsın dedikleri, bunu hak olarak gördükleri için, büyük mesele de olmuyor. Geçen yaz oradan burayı izlemek uykusuzluktu, feciydi. Bayağı kötü hissediyor insan, hem ne oluyor diye bakıyorsun hem de nasıl böyle olabilir diye. Yoğun bir çaresizlik duygusu... Bizim nesil iyi ya. O şakalı anlatımlarıyla, esprisiyle... Tam sinirin bozulmuşken, gülmeye başlıyorsun. Bizim hiçbir şey umrumuzda değil gibi görünüyor ya, hiç de öyle değil. Burada ister istemez, her kanaldan kulağın doluyor çünkü. Taksiye biniyorsun, taksici abi bilmem neredeki bilmem ne olayını anlatıyor; politikadan yana bilmediğin bir şey öğreniyorsun. Evde annen, baban konuşuyor. Bakkala giriyorsun, satıcısı öyle, müşterisi öyle... Konuşuyor insanlar.”
Farah Zeynep Abdullah da konuşuyor. Bol bol ve bıcır bıcır. Bir an durup sorarak bakıyor yine: Belki de bu kadar çok konuşmaması mı lazımmış, oyuncu gizemli mi olmalıymış, bilemiyormuş ki.. Hemen akabinde omuzlarını silkip “Aman ya, istesem de yapamam ki ben öyle” diyor.
İsabet... Sesinin de, sözünün de kulağa hem taze, hem aşina gelen, enteresan bir müziği var çünkü. Tanımlayası geliyor insanın, adını koyamıyor. Yok, füzyon hiç değil...
“Biraz delice her şeyi yazarım. Günlük tutarım. Çok şarkı yazarım. Fazlaca mektup yazarım, en çok da kendime, hatta gelecekteki kendime ve daha doğmamış çocuklarıma... Videolar çekerim onlara. ‘Merhaba, ben anneniz; sen şimdi 20 yaşındasın, bak annenin 20 yaşlarındaki hali de burada’ diye... ‘Siz bana aldırmayın, size şu anda şunu yapma, bunu yapma diyorumdur ama anneniz de işte şimdi sizin yaşınızdayken, çok fazla hata yapıyor’ gibi, bayağı konuşuyorum onlarla. Yoldan mı çıkarıyorum çocukları başıma bela olsunlar diye? Hahahaha, belki...”
“Bayağı küçüktüm. Kardeşim yeni doğmuş, yeni alınmış çorapları var. Odamda etiketlerini keseyim derken çorabı da kestim. Sonra annem çorabı görüp ne oldu diye sorunca, hiç kıvırmadan, ben kestim diye dümdüz söylemiştim. ‘Aferin kızım’ demişti, ‘En kötü doğru, en iyi yalandan daha iyidir’... Sekiz yaşındaydım, dün gibi hatırlıyorum. O günden beri yalan söyleyemem, bunlar yer ediyor. Karşımdaki insana gerekiyorsa kırıcı olmak pahasına, doğruyu söylerim. İleride ne olursa olsun, içinden bir yerden bunun için teşekkür edeceğini bilirim çünkü ve bana da aynısının yapılmasını isterim. Çok zormuş ama... Yaş ilerledikçe yalan söyleyememenin çok zor olduğunu anlıyor insan. Hayatı kolaylaştırmıyor yalansız yaşamak, pek çok şey için engel hatta ama sonuçta değiyor.”
“Oyunculuk nedir sorusu vardır ya, çok merak ediyorum onun cevabını; en azından kendi içimdekini, çünkü çok arayışlı bir şey. Benim için budur diyebileceğimi umuyorum belki bir 20 seneye. Yılmaz Abi (Erdoğan), ‘Önemli olan gittiğin yer değil, yolculuğun kendisidir’ der. Ben de gerçekten inanıyorum buna ve yolculuktan, süreçten keyif alıyorum. Plansızlıktan da... İleriyi düşününce, İngiltere ve Türkiye arasında, iki tarafta da, sürekli gidip gelmeli bir hayat canlanıyor gözümde. Düşününce, tek bir yerde kalamam gibi. O yüzden Rusya’ya gitmek de çok zevkli, Bozcaada’da film çekmek de çok zevkliydi... Başkaları olmak kadar başka yerleri tanıma imkanı da veriyor bu iş.”