"Savaşçı ruhlarız ama bayrağımız yok; onun yerine kalbimizi yükseltiyoruz."
İlk ney sesini duyduğunda kaç yaşındaydın?
Beş yaşındaydım. Kalbimde bugünkü gibi garip bir şey hissettiğimi hatırlıyorum. Hâlâ yaşanan o şeyin ne olduğunu anlamış değilim. Bir dolmuşun içindeydim ve radyodan cızırtılı bir ses gelmişti; o kadar. O anda bir kısa dalga oldu...
Sonra...
Sonra zaman geçti ve 1984 yılında İstanbul’a okumaya geldim. Tam Maçka’da yürürken, bir binanın içinde aynı sesi duydum. O an, yıllar önce yaşadığım o hadiseyle bir bağlantı kurdum. Bu sesin ne olduğunu merak ettim. 19 yaşındaydım. Hayatımda hiç müzik eğitimi almadım; nota okumayı da, yazmayı da bilmem. Bu yüzden kendimi hiçbir zaman müzisyen olarak kabul etmedim. Kanada’ya gittiğimde beş kuruş param yoktu. Elimde bir tek plastik su borusundan yaptığım neyim vardı.
Bir insan su borusundan gerçek anlamda ney nasıl yapabilir?
O neyin her şeyi baştan aşağı yanlıştır, tüm delikleri bile. Bir müzik dükkanının camında görmüştüm. İçeride çok asabi bir adam vardı; çekindim, giremedim. Yerden bir gazete alıp şeritleri göz kararı yırttım ve delikleri işaretledim. Sonra doğru hırdavatçıya gittim. Bana müzik serüvenimde ilk gülen adam odur. Su borusunu tamirde kullanacağımı zannetti ama ben ona ney yapacağımı söyleyince bastı kahkahayı. Sonra eve gidip ısıttığım bıçakla boruya delikler açtım. O neyin tüm notaları yanlıştır ama kalbi doğrudur. Daha sonra hayat beni öyle yerlere getirdi, öyle insanlarla çalıştım ve bana öyle neyler hediye edildi ki... Hepsinin yeri ayrı ama o ilk neyimin yeri bambaşkadır. Hâlâ Montreal’de duvarımda asılıdır. Sokağa bile çıkarmaya kıyamam.
Neden kendini müzisyen olarak görmediğinin altını çiziyorsun? Tanımlamalar bu kadar önemli mi?
Aslında hiç önemli değil. Ama bu hayatta samimiyet çok mühim. Özellikle de insanın kendine olan samimiyeti. Müzisyen belli bir form üzerinde çalışır ve icrasını yapar. Benim öyle bir formasyonum yok. Ben ney üflüyorum. Bu, benimle onun arasında bir hadise...
Albümlerini nasıl tanımlıyorsun o halde?
Albümlerim günlük gibidir, hayatımın doğal bir yansıması. Benim hiçbir albümüm stüdyoda kaydedilmemiştir, evde bir tane mikrofonla ve dünyanın her yerinden gelen değerli sanatçılarla kaydedilir. Ve sohbet ortamında yapılır bu. Eğer sohbetimizde bir enerji varsa basarız mikrofona ve kaydımızı yaparız.
Senin nasıl bir hayat hikayen var?
Mercan Dede’nin inanılmaz zor bir hikayesi var. Hiç imkanı olmayan, orta sınıf bir aileden gelip, yabancı dil bilmeden Kanada’ya giden bir adamın hikayesi. Bunu söylerken hâlâ rahatsızlık duyuyorum ama dünya müzik piyasasında tanınan, albümleri ödüller alan bir hikaye bu. “800” albümüm, yılın albümü seçildi mesela.
O albümün özel bir yeri olsa gerek…
Hem özel bir yeri hem de özel bir hikayesi var. UNICEF’in 800’üncü doğum yılı sebebiyle ilan ettiği Mevlana Yılı’na özel bir çalışmadır o. Hatta içinde Mevlana’ya yazılmış bir mektup da vardır. Bu albüm kapsamında çok uzun bir dünya turnesi yaptık. Ben tüm bunları kendime mal etmiyorum. Demek ki Hz. Mevlana ona yolladığımız mektubu almış ve mesajını bize böyle vermiş.
Kendini bir elçi olarak görüyor musun?
Hepimiz birer elçiyiz aslında.
Yurtdışında insanlar sana bu gözle mi bakıyorlar peki?
Dünyanın birçok yerinden insanla konuştuğumuzda hep aynı tepkileri alıyoruz. İnsanlar bizim müziğimizi çok tanımadıklarını ama dinlediklerinde kendilerine çok yakın gelen bir şey hissetiklerini söylüyorlar. Ben bunun sebebinin samimiyet olduğuna inanıyorum. Özünde hepimiz insanız ve aynı gemideyiz. Bu çok önemli. Benim bütün albümlerinde en az iki şarkıda gerçek kalp atışı vardır. Sentetik ses asla kullanmam. Durum böyle olunca da samimiyet seviyesi artıyor ve hangi coğrafyadan olursa olsun, duygu dinleyene geçiyor.
Kalp atışı, insanın duyduğu ilk ses...
Evet. Anneciğin dört aylık hamileyken duyduğun ilk ses. Orada muazzam bir huzur vardır. Sıcaklık, korunmuşluk vardır. İnsan o sıcaklığı yıllar sonra dinlediği müzikte hissedince, doğrudan bir yakınlık kuruyor.
Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Aralık sayısında ve GQ Türkiye iPad edisyonunda...