Kenan İmirzalıoğlu, otelin etkinlik salonlarından birinin ortasında, üzerinde smokinle oturmuş, bir yandan bonfilesini yerken, bir yandan da gözlerini kısmış, inceden inceden otelin duvarında asılı tabloları inceliyor.
Kan şekeri toparlasın diye çekime ara verilmiş durumda; hipoglisemisi var, aç kalması sağlıklı bir durum olmadığı gibi hayra vesile de değil: “Hafif tertip” asabiyete yol açabiliyor.
Geçenlerde bir arkadaşı, “Kenan iyidir, tatlıdır, babacandır falan ama açken yaklaşmayın, sizi de yiyebilir” şeklinde özetlemiş durumu.
“Aksiyon, dövüş sahnelerinde role girmekte işe yarıyordur en azından” diyorum, “O çekimler öncesinde öğün ertelemek iyi fikir olabilir belki. Çat-çat-çat! Sahneyi ikinci kez almaya hacet kalmaz.”
“Yok, pek öyle olamıyor maalesef” diyor, “Sözleri hatırlayamıyorum, gözüm dönüyor, içim geçiyor. Sonuçtan ne çıkacağı pek belli olamayabiliyor yani.”
Üç gün önce babasının ani kalp rahatsızlığı üzerine, Karadayı’nın setinden apar topar çıkıp gittiği Ankara’dan, içi rahatlamış bir şekilde dönmüş vaziyette. Münir Mustafa İmirzalıoğlu’nun dört damarına birden stent takılmış; şimdi durumu “çok şükür, gayet iyi”ymiş.
Ailesinden bahsederken, gözünün ışığı, sesinin tınısı değişen tiplerden. Ankara’nın Bala’sına bağlı Üçem Köyü’nde içine doğduğu ev, yüz yılı aşkın tarihi olan, Ermeni ustalar tarafından inşa edilmiş eski bir konak. Cüsseyle tabir pek örtüşmüyor ama Kenan, “evin ufağı”. Anadolu bilgesi olarak addettiği annesi Yıldız İmirzalıoğlu’na çok düşkün. Şimdilerde aralarında sıkı bir dostluk oturmuş olsa da ömürlerinin büyük bir bölümünde ona yarı babalık da yapmış olan beş yaş büyük bir ağabeyi (Derviş), dört yaş büyük bir ablası (Zübeyde) var.
Başladığında hiç hazzetmediği ilkokuldayken, ağabeyinin motivasyon söylevi sayesinde, Cin Ali’yi sınıfta ilk bitiren çocuk olduğunu anlatıyor gülerek: “Abim hep biraz önden, koşturarak ilerledi. Beş yaşında ilkokula gitti; ortaokul, liseyi kayıpsız bitirdi; hemen Çukurova Makine Mühendisliği’ni kazandı. İki sene üst üste 85 ortalama tutturup İTÜ Makine’ye geçti. Arkasından işletme yükseğini yaptı. Okurken çalışıyordu bir yandan. Üniversiteyi bitirir bitirmez babamla ekonomik bağını kesti. Asteğmen olarak uzun dönem askerliğini tamamladı. İstanbul’da işini buldu, evini tuttu. Böyle bir, ne diyeyim, örnek abidesi... Ben biraz daha hayta çıktım. Artist oldum da sonradan açığı kapattım.”
Bunu diyen adam da YTÜ Matematik mezunu bu arada. İmirzalıoğlu, kendinden bahsederken, şahsına tanıdığı primden yana biraz nekes. “Tevazu karakterimizdir artizliği” tadında, suni bir kendini taşıyış halinden de söz etmiyoruz. Cümleleri, doğasından geldiği çok belli bir içgörü yansıtıyor.
Hep tuttuğunu koparan bir çocuk olduğunu fakat tutma faslında zaman zaman tutukluk yaşadığını söylüyor, dalgasını geçerek: “Teyzemin yanında, Ankara’da okurken, başarılı bir öğrenciydim. Hatta başarılıyım diye İncirli’den alıp Deneme Lisesi’ne gönderdiler. Ortaokulda hep takdir getiriyordum, Deneme’de işler tersine gitmeye başladı. Lise sondayken arkadaşlar, ODTÜ İnşaat’a girersem babam bana Tempra alacak, İTÜ Makine’ye girersem babam bana Tipo alacak, falan derdi. Ben de derdim ki, eğer üniversiteye giremezsem, babam bana yeni traktör alacak!”
Nitekim ilk sene sınavı kazanamaz. Müteakip yıl boyunca babası, geleceğini köyde kurmasının pek doğru olmayacağını, göstererek anlatır ve fena belletir: “Omuzlarımın genişlemesi falan, sağ olsun hep ordandır” deyip bir kahkaha patlatıyor: “Beni oyunculuğa hazırlayan fiziksel altyapıyı o döneme borçluyum! Omzumda çuvallarla falan, Rocky gibi ‘Acı yok!’ duygusuyla... Çiftçilik yapmamam gerektiğini zaten biliyordum ama o sene sayesinde çook net bir şekilde anladım.”
Ertesi sene kazandığı üniversiteye başlar başlamaz da motivasyonunu kıran bir hadise yaşar gerçi: “Daha ikinci hafta, bölümün ana derslerinden matematik analizinde hoca bir soru sordu; 80 kişiden sadece iki kişi yapabildi. Öyle olunca, geri kalan 78 kişinin zekasının çok parlak olmadığı minvalinde, kapasite yetersizliği üzerine cümleler kurmaya başladı hoca. Herkesin kafası düştü, kimse de bir şey söylemiyor. Çok canım sıkıldı, elimi kaldırdım: ‘Bu insanlar bir şeyleri ispatlamışlar ki buraya gelmişler. Şimdi bu orana bakınca, matematiksel olarak, bunu anlatanda bir sıkıntı var mı diye sormak da gerekmez mi?’ deyince, sinirlendi biraz. Siz, dedim, zahmet etmeyin, ben çıkıyorum. Çıkış o çıkış oldu. Ondan sonra ders seçmeye başladık, baştaki şevk gitti. Ölü Ozanlar Derneği’ndeki gibi hocalar beklerken, bir anda bize hakaret eden bir adamla karşılaşınca, gardımız düştü. Sonra bir gün, kantinde otururken, bir arkadaş, ‘Ya, şimdi biz buradan mezun olunca sabah 9-akşam 6 mı çalışacağız yani?’ diye sordu. O zamana kadar bunu hiç düşünmemişiz.”
Eh, bu düşüncenin beyninde filizlendiği o günden, Kenan İmirzalıoğlu’nun memleketin en önde gelen star-oyuncularından birine dönüştüğü bu zamanlara kadar yaşanan gelişmelere de cümleten şahidiz: İmirzalıoğlu’nun 91 sonu gibi başlayan mankenlik hayatı, 97’de Best Model of the World seçilmesine, oradan oyunculuğa geçmesine, ilk projesi Deli Yürek’te canlandırdığı Miroğlu karakteri de mesleğe bir “fenomen” olarak başlangıç yapmasına vesile olur.
Müritlerin uçurmaya dünden hevesli olduğu bir durumdur ama bu şeyhin, o genç yaşına rağmen ayakları yere sağlam basıyordur. Sokakta durdurup elini öpmeye yeltenen insanların, hikayeye ve karaktere tav olduğunun, hatta başlarda birçoğunun gerçek hayattaki ismini bile bilmediğinin bilincindedir. Gaza gelip uçmak şöyle dursun, oyuncu olmaya gönlünü ve kafasını yatırsın mı, çalışırsa başarabilir mi, bunların hesabında ve derdindedir: “En başında mankenlik yaparken de, aman ben bu işlerin içinde olayım da nasıl olursam olayım kafasında değildim. Evet, bir yola koyulmuş gidiyordum ama her şeyimle değil. Misal, okulu boşlamıyordum. Ben, ben olarak o şeyin içinde var olabiliyorsam olayım istiyordum. Ajansa ilk kaydolduğumda ‘Soyadını değiştir, bu isimde manken olmaz’ bile demişlerdi.”
Yerine ne önerdiklerini sormaya hiç zahmet etmeyin, mevzu oralara kadar gelememiş: “Valla akıllarında ne vardı, hiç merak etmedim. ‘E, o zaman yapmıyorum’ demiştim direkt, soyadımı taşıyamayacağım işi niye yapayım? Benim için tabudur o, babama nasıl göstereceğim o kataloğu; öyle de bir durum var. Kenan Sesigüzel? Kenan Parlakışık? Olmaz yani...”
Hayat ironik tabii. Şimdi bir dönüp de bakınca, filmografisindeki mihenk taşı karakterlerin bir kısmını şöyle bir solukta hatırdan geçirince, başta değiştirmeye kalktıkları o isim, bu kadar mı cuk oturur? Deli Yürek’teki karakterin adı Miroğlu yerine İmirzalıoğlu olsa, olamaz mıydı misal; misler gibi olurdu. Rol aldığı işlerin bir kısmını anıyorum: Kabadayı’ydı, Acı Hayat’tı, Ejder Kapanı’ydı, Ezel’di, Karadayı’ydı; tüm o bileği, yüreği, ciğeri tunçtan karakterleri... Teşbihte hata olmaz, hani neredeyse “sahne adı” yakışıklığında bir gerçek ismi olduğunu söylüyorum.
Geçen yıl vizyona giren Uzun Hikaye’yi seyredip seyretmediğimi soruyor: “Bu saydıklarından farklı bir çizgide, tatlı bir adam vardır orada. Bu sıralamanın da biraz dışındadır.”
“Sinema kariyer, dizi ekonomidir” fikriyatında birçok oyuncu gibi. Yine birçok meslektaşıyla dizilerin temposunun, akıllara ziyan türden ağır işçilik olduğu düşüncesinde birleşiyor.
“İnsanın böyle bir tempoda kendini diri tutabilmesi kolay değil” diyor: “Kendini kaldırabilecek motivasyonun olamayabiliyor yorgunluktan ötürü. Sabah 03.00’te işten geliyorsun, hemen öyle 03.30’da yatamıyorsun. Onun şundan farkı yok: Akşam 18.00’de, 19.00’da işten geldin, 19.30’da yat! Sabah kalk, yine işe git... Bu, insanı direkt depresyona sokan bir psikoloji. Şikayet eden arkadaşlar çok haklılar. İnşallah bundan sonra ben de 90 dakika iş yapmayacağım diyorum. O konuda ayak diremeye çok niyetliyim.”
Hoş, çıkan işin doğurduğu sonuca bakıp, için için gururlanmadan da edemiyor: “Türkiye olarak 45’ten fazla ülkeye dizi satıyoruz. Ki dizi satarak sadece döviz girdisine katkıda bulunmuyoruz, ülkenin marka değerini yükseltiyoruz. Dünya üzerinde etkisi artıyor ülkenin. Vietnam’da Ezel’in izleniyor olması tuhaf değil mi yani? Geçen sene Kore’ye ödül almaya gittik, düşün... Bu artık bir anlamda milli bir mevzu olmaya başladı. Biz neticede bu insanları değiştirmeyeceğiz. Dışarıdan ithal senaristler, oyuncular getirmeyeceğimize göre, bu işlerin kalitesini ancak süresini kısaltarak yükseltebiliriz.”
Sadece sinema kariyerinde değil, tüm meslek hayatında, oyunculuktan gelen Uğur Yücel gibi bir yönetmenle çalışmanın kıymetinden de dem vurarak, Yazı Tura’yı ayrı bir yere koyuyor: “Bugün baktığım zaman, benim için baş tacıdır yaptığım işler arasında. Onu ayrı severim, başka bir gerçekliği var, başka bir derdi var. Kişisel hikayemde de oyunculuğuma ve kariyerime katkısı açısından yeri çok özel. Sen starsın, ismini ikinci sıraya nasıl yazdırırsın gibi şeyler demişlerdi o dönem. Ya, önemli olan o mu yoksa bu işi öğrenmek mi; ne büyük saçmalık... Bir sohbetimizde Ajda Pekkan bana şunu söylemişti: İnsan starsa stardır; ne kaçabilirsin, ne göçebilirsin. Ortalıktan kaybolursun, 10 sene görünmezsin, sonra çıkar bir şarkı söylersin, yıldızın yine parlar. İnsanın kumaşında o varsa vardır, yoksa yoktur.”
Akşam öğünü için vakitlice eve varabilmek için iş çıkışı trafiğine kalmadan yola dökülüyor. Malum, kan şekeri meselesi ve malum, kendini diri tutması lazım; yarın set var...
Starlığı tartışma götürmez ya, “artistik algı”dan öte Kenan İmirzalıoğlu, kendisiyle özdeşleştirilmiş “delikanlı” tiplemelerinden daha hakikatli bir duruş sergiliyor: Bugüne dek beyazperde ve camda hayat verdiği, hepsini de gayet içeriden sevdiği kimi karakterlerin granit repliklerini motto edinenler, o karakterlere ruh üfleyen insanın “normal”liğine de şöyle biraz baksalar, delikanlılığın kitabı temize bile çekilir belki, kimbilir...