Ne zaman ve nerede tanıştığımı hatırlamadığım insanlarla daha iyi anlaşırım. Şükran Ovalı da onlardan biri. Bu yüzden tanışma anımızı, bu röportaj için Bebek’te buluşmamız olarak kararlaştırdık. Teknolojinin ve iletişim kanallarının bilimkurgu filmlerinden hallice olduğu günümüzde, zaten bunu hatırlamaya çalışmak pek de mantıklı bir hareket değil. Bebek meydanında, Almanya’dan gelen ve yıllardır görmediği akrabasını karşılayan insan hasretiyle sarılıyoruz birbirimize. Yıllardır birbirimizi tanıyor gibi olduğumuzla ilgili hayret dolu konuşmalar geçiyor. İkimizin de aynı anda farklı şeyler konuşarak bile anlaşabileceğimizi düşündürüyor Şükran.
İçtenliğinin ve sıcaklığının irsi olup olmadığını merak ediyorum hemen. Aslında iyi bir şeyi hemen genlere veya soyağacına mal etmeyi pek sevmem ama konu Şükran olduğunda her şeyi merak edebiliyorsunuz.
“Babam sıcak ve içtendir açıkçası. Annemse sıcak ve mesafeli. İyi dengeledim mi bilmiyorum ama niyetimiz iyi hep, bu irsi” diyerek, bir nevi “Evet, golü ben atıyorum ama asist de çok iyi” açıklaması yapıyor. İsmini kimin koyduğunu da sorarsam tam bir yaşlı profili çizeceğimden korkup susuyorum. Ama o arada bana aslında iki ismi olduğunu söylüyor; Şükran Pınar Ovalı. Bu durumda Şükran’ı kullanıyor olmasının ne kadar doğru ve -günümüzü düşünürsek- enteresan olduğunu söyleyince, “Babaannemin adı. Çok severdik birbirimizi. Onunla büyüdüm. Ayrıca eski isimleri seviyorum. Eskiler yenilenir ama yeniyi eskitemezsin.
Teşekkür etmek anlamını da seviyorum. Teşekkür etmek, kıymet bilmek lazım. İlla bir şey bileceksek kıymet bilelim” diyor. Hafifçe sırtına vurup “Helal be!” diyesim geliyor. Zaten bir mahalle çocuğu tavrı var, çocuk oyuncu olsa Ayşecik gibi olurmuş bence.
Senaryo da olsa nasıl öleceğim önemli
Oyunculuk geçmişiyle ilgili çok soru sormak istemiyorum nedense. Hep eğlenceli şeyler konuşmak istiyor, o tarafa çekiliyor gibi bir hali var. Genel bir şeyler sorayım da belki oralara geliriz diyorum ama hiç olmuyor. “İlkini çok merak ettiğin bir şey var mı? Yaşadığın bu ilklerden seni şaşırtan bir şey oldu mu?” dersem kesin set anılarına gireriz diyorum ama nafile: “Graham Bell telefonu bulduğunda buralara geleceğini düşünmüş müydü acaba? Dünyanın bir ucundaki insana ulaşmanın yanı sıra istediğin her an görebiliyorsun artık. Zorunlu ihtiyaç oldu, hızlandı her şey. Tüm derdimizi akıllı telefonlarla hallediyoruz.”
Benden günah gitti, senaristliğe soyunup Şükran’ı sektörel olarak vurmaya karar veriyorum ve büyük prodüksiyonu da arkama alıp yükleniyorum: “Bir projede oynadığın karakterin 10’uncu saniyede öleceğini bilsen, o projede kimin olması halinde kabul edersin?” Kadın hâlâ eğleniyor: “Nasıl öleceğim önemli. Johnny Depp veya Sean Penn öldürüyorsa neden olmasın?” Yine bütün oylar yabancılara gitti ve ülkedeki bir sürü gencin hayalleri yıkıldı. Ama hâlâ onlardan yanayım ve sıkıştırıyorum tüm gücümle: “Seni beğenmediğini söyleyen bir erkek (şu fotoğraflara bakarsak kör galiba) olsa nasıl bir tavır sergilerdin?”
“Beni beğeniyor musun diye bir soru sormadıysam, durduk yere fikrini beyan ediyorsa onu komik ve net bulurdum. Göreceli ve kafa karıştıran, ezber bozan her şey güzeldir. Eğer bu soruyu sorup bu cevabı aldıysam yine net ve dürüst bulurdum. İnsanlar fikirlerini açıkça söylemeli.” Kadın hiçbir şekilde kaybetmiyor, pes ettim.
İster istemez “Keşke iyi tanıyan birine sorsaydım gelmeden önce, birazcık tüyoyla daha rahat edermişim” diye düşünüyorum ama ortak arkadaşlarımızın tümü o kadar seviyor ki onu, net bir şey çıkmazdı zaten. Geç kalsam da “Seni en iyi kim anlatır?” diye şansımı deniyorum. “Beni en iyi ailem anlatır. Gerçekleriyse arkadaşlarım. Gerçekleri söyleyen arkadaş bulmak zor. Ben bu konuda şanslıyım.” En iyi arkadaşı olup ona tüm gerçekleri söyleyeceğimi belirtiyorum, “Oluur” diyor.
Koku mu, ses mi?
Bebek’teki deniz kokusu ikimizi de aynı anda etkileyince, zaten iyi arkadaş olduğumuzu doğanın da kabullendiğini fark edip seviniyoruz. Koku benim için önemli mevzu, ama sesle hep kıyaslarım. Eh, Şükran’ın işinde de ses önemli, hemen öğrenmek istiyorum; ses mi, koku mu daha önemli onun için?
“İkisi de. Patrick Süskind’in Koku romanını çok severim. Filmini de sevmiştim. İnsanları etkileyen, geriye döndüren, hatırlatan bir şey koku. Ses ise çok güçlü bir şey. Zaman içinde yüzleri unutsan da sesleri kolay kolay unutamazsın. Kokuyu da öyle. O yüzden ayıramazsın ikisini.”