Gerek kazandığı Oscar ya da Altın Küre ödülleriyle gerekse çığır açan televizyon dizisiyle, House of Cards’ın Francis Underwood’u, hep insanlara ilham veren bir adam oldu. Şu sıralar oyunculuğunun doruğundaki usta aktörle geçmişini ve geleceğini konuştuk.
Kabul etmeliyim ki, hafta sonunu Kevin Spacey ile Boston’da takılmaktan daha kötü şekilde de geçirebilirdim. Öncelikle çok eğlenceli biri; hiç zorlanmadan yaptığı inanılmaz mimikleriyle Bill Clinton’dan Marlon Brando’ya ve Al Pacino’ya kadar pek çok insanı Johnny Carson’a kafa tutacak düzeyde kusursuz taklit ediyor.
Bunun yanında akıllı ve yenilikçi; Hollywood’dan bir 10 yıllığına elini ayağını çekerek, Londra’daki Old Vic Tiyatrosu’nda oyunlar çıkarmaya başlayıp bu işte de harikalar yaratan bir film yıldızı. Oynadığı entrikacı ve çıkarcı politikacı karakter Francis Underwood’u da unutmamak gerek. Yetinmeyip Call of Duty: Advanced Warfare oyununda yer alan A sınıfı bir aktör olduğunu da tabii... Son olarak, o gerçekten de muhteşem bir arkadaş. (Bundan bahsetmiş miydim?)
Hayatımın en gerçek dışı deneyimlerinden birini, 2002 yılında Blackpool’daki bir McDonald’s’ta Spacey ve onun yakın arkadaşı Bill Clinton’la birlikte yaşadım. Orta yaşlı ev hanımları evlerinden kalkıp başımıza üşüşmüş ve bize bakakalmışlardı. Onu en son iki yıl önce Boston’da, Northeastern Üniversitesi’nde bir konuşma yaparken görmüştüm. Sonrasında Boston maratonu terör saldırısından kurtulanlarla buluşmasına katılmıştım. O zamandan beri House of Cards’ın etkisinin bambaşka boyutlara ulaşmış olduğunu ise şu anda çok net görüyorum.
Herkes House of Cards izliyormuş gibi görünüyor ve nereye gidersek gidelim; lokantalardan otel lobilerine, kaldırımlardan öğrenci salonlarına, Spacey’nin şöhreti daha önce hiç olmadığı bir seviyeye ulaşmış gibi; buna Oscar aldığı dönem de dahil.
Şimdi gözleri kitaplarda, müzikte (şarkı söylemekte yeteneklidir) ve gençleri tiyatroya çekmek için kullanabileceği tüm teknolojik cihazlarda. Dediğine göre o, mutlu bir adam. Ancak bunun gönül rahatlığı anlamına gelmediğine işaret ediyor. Gönül rahatlığı ve merak pek de birlikte yaşanamaz, Kevin Spacey’yi ilgi çekici ve ilgili kılan şeyse onun merakı.
Öyleyse, bir aktör olarak geçirdiği 10 senenin, Hollywood yıldızı olarak geçirdiği 10 senenin ve son olarak tiyatro sahnesini onurlandırarak geçen 10 senenin ardından, Kevin Spacey için sırada ne var? Şurası kesin: Boston’lu öğrenciler ve Francis Underwood hayranları; hayal kırıklığına uğramaya hazırlanın, sıradaki iş politik olmayacak.
Çoğu zaman. Bazen birileri gözlerini dikip bana bakıyor ve neden baktıklarını hatırlayıp normale dönmem fazla sürmüyor.
İnsanlar kesinlikle dizide oynadığım karaktere tepki gösteriyorlar. Bunu, dizinin Amerikan politikası hakkında olmasına bağlıyorum; durağan görünen, sürekli bir sağlamlaştırma içeren ve iş bitirilmeyen bir yapı. Sebeplerden biri de, her ne kadar dizi kurmaca olsa ve karakter entrikacı özellikler sergilese de, aynı zamanda iş bitirici biri olması belki de.
Bu harika bir soru. Hikayeyi planlarken onun geçmişinden, etkilendiklerinden, kimlerden ilham alabileceğinden konuştuk. Vahşi bir saygınlığı olan tüm aşağılık politikacıları inceledik. Francis Underwood, Lyndon Baines Johnson’ı seviyor, ofisinde onun fotoğrafları var; yüzü size bakan fotoğraflar. LBJ merhametsizdi, zorluydu, karşısındakinin ağzından girip burnundan çıkan ve bunu işin başından beri yapan biriydi. Ve o da bir iş bitiriciydi. Vietnam’a karşı tutumu ortadaydı ancak üç sivil yasayı geçirdi.
Bence olurdu. Lincoln filmini çok yararlı buldum. Filmde Abraham Lincoln’ü, bizim en dokunulmaz figürümüzü, çok büyük saygı duyduğumuz adamı, ihtiyaç duyduğu oyları toplamak için yapması gerekenleri yapan bir politikacı olarak göstermek niyetindeler. Bugün yapılsa skandal boyutuna taşınabilecek şeyleri bile...
Pek değil. Uzun yıllardır politikayla ilgiliyim. En iyi ve en kötü halini gördüm, birçok davette bulundum, halka seslenişlerin dışında birçok özel konuşmaya şahit oldum, politikanın içinde dönen oyunları ve teatral yolları anladım. Birer meslek olarak politika ve oyunculuk birbirine sıkı sıkıya bağlı: Temelde bir fikri karşınızdakine aktarmaya çalışıyorsunuz; karşınızda ister bir, ister beş bin kişi olsun. Bu sizi yalancı yapmaz, mesele ikna edebilmek. Bir aktörün işinin en önemli tanımı, yazara hizmet etmesidir; kendine değil. Birçokları yazara değil, kendilerine hizmet ediyor.
Yaptığım şey yorumlamak, baştan yaratmak değil. Bir eklemede bulunabilir ve bir fark yaratabilirim. Tiyatronun muhteşemliği de burada yatıyor. Neden dokuz Hamlet ve altı Kral Lear gösterimi varken hâlâ onları seviyoruz? Çünkü farklı aktörlerin aynı esere yaklaşımlarını izlemeyi seviyoruz.
Aynı şeyi harika bir keman virtüözü veya şarkıcı için de söyleyebiliriz. Nasıl oluyor da Maria Callas bu kadar iyi olabiliyor, buna şaşırıyoruz. Yetenek sadece bir şeydir, olay onu nasıl besleyip geliştirdiğinizle ve asla ondan uzaklaşmamanızla ilgilidir. Zengin olabilir, başarılar ve ödüller kazanabilirsiniz ancak her zaman daha iyisi mümkündür.
Elbette.
Tüm bu delice fikir Reed Hastings adında bir adamın (Netflix CEO’su) video kaydı için geç kalması, eşinin buna çok öfkelenmesi, onun da spor salonu yolunda “Neden bu teybi istediğim müddetçe yanımda taşıyamayayım ki? Neden gecikme bedeli ödeyeyim? Neden spor salonundaki gibi olmasın ki? Bir başvuru bedeli ödeyeyim ve istediğim sıklıkta gideyim” diye düşünmesiyle başlamış.
Evet. Bana ve yönetmenimiz David Fincher’a öyle geliyordu ki YouTube, Amazon ya da Netflix gibi şirketlerden biri çıkıp milyonlar vererek oyunu başlatacaktı. Yani beni pek de şaşırtmadılar. Şaşırtan asıl şey, işe benim dahil olmam ve bir şirketin böylesine büyük bir risk almış olmasıydı. Tarihte hiç kimse, pilot bölümsüz ve dev bütçeli iki diziye birden onay vermemiştir.
Sizi 45 dakika içinde tüm karakterlerinizi tanıtmaya zorluyor, işinizin tutacağını ispat etmenizi bekliyor. Biz hikayemizi uzun ve geniş vakitte şekillendirebilmek ve bunu arzu ettiğimiz yoldan yapmak istiyorduk.
(Gülüşmeler) Kendi analizleri üzerine, iki senaryo aldılar. Ve bunu bizim proje için yaptığımız planlama doğrultusunda yaptılar.
Hemen herkes Nielsen reytinglerini duymuştur; insanların ne izlediğini bize söyleyen şey. Doğrulukları hakkında çokça şüphe var. Televizyon üzerindeki bir kutuyla 500 bin insanın izledikleri kaydediliyor ve buna bakılarak 8 milyonun futbol maçı, 2 milyonunsa komedi programı seyrettiği söylenebiliyor. Televizyon programları bu reytinglere bağlı olarak sonlanıyor ya da yayına devam ediyor, reklamlar reyting bazlı değişiyor. Netflix daha doğru bir değerlendirme sunuyor; ne zaman durdurduğunuzu, ne kadar izlediğinizi takip edebiliyor.
Kontrol gücü değişiyor çünkü internetin kapsam alanı genişliyor. Benim içinde bulunduğum sektör insanların önüne duvar örüp onları durdurmakta etkilidir. Artık kim olduğunuzun önemi yok; ister idareci, ister stüdyo sahibi, ister sosyal ağ sahibi olun, eğer bir hikayeniz ya da fikriniz varsa bir takipçi kitlesi oluşturabilirsiniz.
Sanatsal açıdan bir başarı olabilirdi ama bence diziyi eğlenceli kılan bir özellik de insanların “Bir bölüm daha izlemek ister misin?”, “Evet!” demeleri. Dana’nın (Brunetti, iş ortağı) dediğine göre müzik sektörünün alamadığı dersi aldık. İnsanlara istedikleri şeyi istedikleri zamanda ve istedikleri şekilde, makul bir fiyata verirseniz, sunduğunuzu çalmak yerine satın alacaklardır.
Teknolojiyle alışkanlıklarımız arasında daima bir tartışma söz konusuydu. Bu hâlâ mevcut ancak artık daha büyük çapta. Tiyatroyu yeni jenerasyona taşımak ve bunu, kullanılabilecek tüm araçları kullanarak yapmak istiyorum. Bir filmden fırlayıp yeni teknolojiden yardım alarak yapmak da buna dahil ancak yalnızca tiyatroda keşfedebilecekleri şekilde. Onlardan tiyatroya gelmelerini ve oturup izlemelerini istiyorum. Bir fidan bu şekilde gelişir.
Bir odada ekran karşısına oturup üç boyutun iki boyuta indiği o ortamda bulunma deneyiminin yerine... Bence öyle bir çağa öncülük ediyoruz ki, bu çağda izlediğiniz şeyin size hissettirdiklerini değil, bulunduğunuz yerin hafızanızda bıraktıklarını deneyimleyeceksiniz. Teknoloji hızla gelişiyor; Nairobi’de bir kızın başına Oculus Rift koyup onu Louvre’a, Sydney Operası’na, Old Vic’e götürebilirsiniz.
Hâlâ oyunu yakalamaya çalışıyorsunuz. Bence bu heyecan verici ve yeni bir şey. Sıklıkla, tenisle ilgili bir benzetme yaparım. Her maçta kurallar aynıdır ama hiçbir maç birbirinin aynısı değildir. Tiyatro da buna benzer. Her seferinde farklıdır.
Çoğunlukla batırdığım oyunlardı; yeterince iyi olmadığım, oyunu yeteri kadar anlamadığım, yönetmenle uyuşamadığım ya da metinde hata yaptığım oyunlar... Ama işte, öğreniyorsun. Bir oyuna çalışıp çuvalladığımı hissedebilirim, sonra yeniden başarısız olabilirim; ardından başarılı bir oyun çıkardığımda buna ulaşmak için bazı başarısızlıklar yaşamak gerektiğini düşünürüm. Bundan çok şey öğreniyorsun. Sinemada da bu oluyor; hepimizin yönetmenin ne yaptığı hakkında hiçbir fikri olmadığını ve sonucun berbat olacağını düşündüğümüz anlar oldu. Ancak insanlar gidip filmi izliyor ve harika buluyorlar.
Bunu asla yapmam. Annem bana insanlarla dalga geçmemeyi öğretti.
Kendimi hayal kırıklığına uğrattığım çok sayıda film yaptım. Her defasında yeni bir şeyler yaratmaya gayret ediyorum. House of Cards’da bir repliği gülümseyerek veya kızgın bir şekilde ya da ironi katarak oynayabilirim. Böylece yazarla yönetmene seçim şansı sunabilirim ki bu onların sahneyi veya tüm hikayeyi bir yapboz gibi bir araya getirmeleri demektir. Yapımcı rolünüz yoksa bu risklidir. Rol aldığım filmleri izledim; yönetmenin duygusal olduğu ve filmde bir dayanak bırakmayacak kadar acıklı, metanetsiz seçimler yaptığı yapımlardı.
Üretmeyi ve aslında daha çok yapımcılığı seviyorum; parçaları bir araya getirmeyi. Old Vic’te hemen hemen her işin içindeyim; oyunlar, yönetmenler, cast, tasarımcılar, reklamlar, afişler, hepsi. Şirketimdeyse büyük işlere dahil oluyorum, gündelik işlere değil. Dana’yla Vermont’a uçup Kaptan Phillips filminin haklarını satın almaya çalışacağız mesela. Ya da mesela Sosyal Ağ filmiyle ilgili en sevdiğim özellik, oyuncu olarak dahil olmamamdı.
Orada bana yer yok.
Sevdiklerim saymakla bitmez. Sevmediklerim de öyle. Mimariyi seviyorum, Londra’nın yürünebilir bir şehir olmasını seviyorum, kırsal yerlere gitmeyi seviyorum; insanları, politikasını, tartışmaları, tiyatrosunu, sporunu ve yemeğini seviyorum. Her yerde köpeklerin olmasını seviyorum. Her şeyimi alıp buraya taşınmam büyük bir riskti. Kimseyi tanımıyordum ve hayatım tamamen değişti.
Amerikan Güzeli’ni yeni çekmiştik, 1999 senesiydi, o dönemde Old Vic’e dahil olma kararı aldım. 2003’e kadar bunu açıklamadık. Kariyerimi bir film yıldızı olarak şekillendirirsem neler olacağını görmek için 12 yılımı harcadım. Ben bir tiyatro faresiyim, filmlerdeki adamlara benzemiyorum. Tiyatroda kurduğum bu kariyerin umduğumdan da iyi gidebileceğini gördüm. O dönemde başarımın zirvesindeydim, Oscar geldi, yüzlerdeki “Oo, iş ciddiye bindi” ifadesini okuyabiliyordum ama bende “Aynı şeyi yapıp durmak istemiyorum” düşüncesi hakimdi. Yüceltilmek istemiyordum, farklı bir şey yapmak istiyordum. Yaptığım işi on yıl daha yapmak değil, yeni bir yola girmek, yeni bir mücadeleye atılmak istiyordum.
Hayır, hep bir işi tamamlayıp başka bir yola geçmeyi severim.
Hikaye anlatıcılığı ve teknolojinin aldığı yol beni büyülüyor. Esas olan bu. Hikayeniz iyi değilse teknoloji hiçbir işe yaramaz. İzleyici platformu umursamıyor, umursadığı şey içerik.
Aslına bakarsanız yapılan şey oyunculuk; tek farkı, normalde saç, makyaj, kostüm gibi uğraşlarınız olurken burada bunların hiçbiri yok. Onun yerine başınızda bir aparat, yüzünüze doğrultulmuş bir kamera ve suratınızdaki noktalar var. Bu büyüleyici çünkü video oyunları sektörü de hikaye anlatma yolunu seçiyor. Ve bu benim açımdan tamamen başka bir izleyici kitlesine hitap etmek demek.
Fazla teklif almıyordum. Daha çok “Hollywood’dan kaçan şu çılgın adam” olarak görülüyordum. Bir şeyden kaçtığım yoktu, aksine bir şeylerin üzerine gidiyordum.
Bunu ego olarak görme ama birçok insan benimle kahvaltı, öğle yemeği veya akşam yemeği yemek istiyordu. Bense bana bir çek yazmadıkları sürece kimseyle yemek istemiyordum. Bu konuda Bill Clinton’ın da bana büyük yardımı oldu. Kendi vakfı için bağış toplar ve derdi ki (Clinton’ın sesini taklit ediyor), “Kevin, Cipriani’de şu iş adamlarıylayım, buraya gel, belki bazıları senin yaptığın şeyden hoşlanır.” Ben de tüm akşamımı kartvizit toplayarak geçirirdim. Yani bugün kazandıklarım için az uğraşmadım.
Olay şu; hiçbir zaman rüzgarın hangi yöne doğru eseceğini görmek için beklemedim ve herkesle arkadaş oldum.
Katılacağı bile kesin değil.
Eğlenmeyi ve insanları güldürmeyi seviyorum.
Kamera arkasında daha etkili olabilirim. Politik yolla söyleyemediklerinizi sanatsal ve kültürel açıdan söyleyebilirsiniz.
Bu birine, evin kaç para diye sormaya benziyor.
Hâlâ para konusunda endişeleniyorum. Orta sınıf bir aileden geliyorum. Ekmeği annem getirirdi, babam uzun süre işsizdi ve ben bunun ne kadar zor olduğunu, ona ne yaptığını gördüm. Onun gibi olmamaya kararlıydım.
Evet. Oldukları halden mutlu olan insanlar aslında sıkıcılar. Dünyadaki en kötü şey, gönül rahatlığı. Londra’ya taşındığımda insanlar bir çılgın olduğumu düşündüler. Neden çekleri toplayarak bir Beverly Hills havuzu etrafında oturmuyoruz ki? Bu benim istediğim türden bir hayat değil.
Evet.
Doğru. Değil çünkü bir amacım var. John Huston bir defasında bir film yapıyordu; Truman Capote, Ava Gardner, Frank Sinatra ve Tennessee Williams’lı bir yemek sahnesi vardı. Huston herkesten bir kelimeyle hayattaki en önemli şeyi özetlemelerini istemişti. Tüm olağan şüpheliler ortaya çıktı: Aile, sağlık, varlık. Ve onların ardından Huston şöyle dedi: “İlgi. En önemli şey ilgili olmaktır.”
İlgi. İlgili olmak. Meraklı olmak. Ben meraklıyım. Yataktan kalktığında neler yaşayacağını bilmemek, son derece heyecan verici.
Tam değil. Kitaplar ve müzik, bu 10 yılda yer alacak. Şarkı söylemeyi seviyorum. Dinleyerek çalışmak için yeni şarkılar istiyorum.
Kurgu olmayan şeyler yapacağım. Yapacaklarım var.
Ben bir “hatırlanmaya değer şeyler” delisiyim. Mektupları seviyorum. Elimde gerçek mektuplar tutmaktan hoşlanıyorum. Tennessee Williams, John Wayne veya Spencer Tracy tarafından yazılmış mektupları, kişisel ama dedikodu içermeyen şeyleri okumayı, birinin arkadaşına kendini anlatmasını, eşsiz, komik, etkileyici şeyleri seviyorum. Yani mektup okuma sanatına dair bir kitap yazıyorum.
Henüz başlamadım.
Bir sistem içinde çalışmayı öğrendim ama aykırı bir tipim. Karmaşaya ve bir şeylerin geldiğini görmeye inanıyorum. 1990 yılında David Lean, AFI (Amerikan Film Enstitüsü) Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü aldığında, sıradan bir konuşma yaparken bir anda durdu ve dedi ki, “Üzgünüm ama burada para adamı hakkında konuşmak istiyorum. Film endüstrisi hakkında endişeliyim. Eski kazananlara bir bakın; her biri birer öncü, birer sanatçı, stüdyolar onları destekliyor ve siz artık desteklemiyorsunuz. Eğer öncü sanatçıları desteklemeye devam edersek ilerleyecekler ama bunu yapmazsak elimizdeki her şeyi televizyona yitireceğiz. Televizyon hepsini ele geçirecek.” Bunu 1990’da dedi ve dokuz yıl sonra The Sopranos her şeyi değiştirdi. Şimdi ilginç olansa yeni sinyalleri dinlemek ve incelemek.
Bilmiyorum ama dikkatliyim.