Hayatta hassas biri olmak bir avantaj mı, yoksa bir yük mü? Bu tamamen duruma bağlı. Bildiğimiz şey şu ki, aşırı duyarlılık yaşadıklarımızın etkilerini bedenimizde ve zihnimizde daha yoğun hissetmemize neden olur. Bir arkadaşla tartışmaktan yediğimiz yemeğe, hatta duygusal olarak yıpratıcı bir film izlemeye kadar her şey bizde daha derin izler bırakabilir.
Eğer bir filme kolayca ağlıyor ya da dünyadaki adaletsizlikler karşısında hemen hüzünleniyorsan, yalnız değilsin. Yüksek hassasiyete sahip insanlar düşündüğünden çok daha fazla.
Etrafındaki insanlara dikkat ettiğinde fark etmiş olabilirsin: Bazı insanlar olup bitenlerden neredeyse hiç etkilenmez (nüfusun yaklaşık yüzde 29’u), bazılarıysa en küçük değişiklikten bile etkilenir. Örneğin, havanın değişmesi bile onların ruh halini bozabilir. Bazı insanlar yağmurun yaklaşmakta olduğunu adeta “hisseder”, mideleri yedikleriyle ya da yemeğin atmosferiyle bile anında tepki verir.
Uzun süre bu özelliklerin bir “kusur” olup olmadığını sorgulayan birçok insan gibi, bir süre sonra sadece “yüksek duyarlılığa sahip” biri olduğunu fark edebilirsin.
Araştırmalara göre, ortalamadan daha yüksek bir duyarlılığa sahip olanların oranı yaklaşık her üç kişiden biri. Aşırı duyarlılık, merkezi sinir sisteminin işleyişiyle bağlantılı bir özelliktir. Bu durum, bazı insanların çevrelerinden veya diğer insanlardan gelen uyarıları daha hızlı ve daha güçlü bir biçimde algılamalarına neden olur. Dolayısıyla değişim, onlar için genellikle daha sarsıcı olur ve uyum sağlamak daha fazla enerji gerektirir.
2025 yılında Clinical Psychological Science dergisinde yayımlanan Queen Mary University of London araştırmasına göre, “aşırı duyarlılık kısmen kalıtsaldır ve empati, sosyal algı ve yansıtıcı düşünmeyle ilişkili beyin bölgelerinde artan bir aktiviteyle karakterizedir.”
Bu “erken uyarı sistemi” gibi çalışan özellik, bazı durumlarda bizi yaşadıklarımız karşısında bunalmış hissettirebilir; çevremizdeki diğer insanlar aynı olaylara hiç tepki vermezken biz yoğun duygusal dalgalanmalar yaşayabiliriz.
Aynı araştırma, birçok önceki çalışmayı bir araya getirerek, yüksek duyarlılıkla bazı psikolojik rahatsızlıklar arasında anlamlı bir bağlantı olduğunu doğruladı. Bunlar arasında anksiyete, depresyon, travma sonrası stres bozukluğu ve obsesif-kompulsif bozukluk da yer alıyor.
Ancak her şey olumsuz değil. Bardağın dolu tarafını görmeye çalışmak bu noktada çok önemli. Çünkü aşırı duyarlılığın da güçlü yanları var ve bunlara odaklanmak, ruh sağlığını korumak açısından kritik.
Kendi deneyimlerimden biriyle başlayayım: Aşırı duyarlı insanlar, olumlu uyarıcılara da çok hızlı tepki verirler. Örneğin bedenleri fiziksel tedavilere çabuk yanıt verebilir. Ayrıca bu kişiler çevrelerindeki insanların duygularını ve niyetlerini hızlıca okuyabilirler. Bu empati becerisi hem bir nimet hem de bir yük olabilir. Mutlu ve dengeli insanlarla birlikteyken bu özellik harikadır; ancak acı çeken biriyle vakit geçirirken duygusal olarak yorucu hale gelebilir.
Aşırı duyarlılığa sahip kişiler, genellikle güçlü ve yoğun duygular yaşadıkları için duygusal düzenleme konusunda daha fazla çaba harcamak zorundadır. Bu başta zorlayıcı görünse de, hayatı ortalamadan daha derin ve yoğun hissetmelerini sağlar.
Araştırmanın yazarları, bireysel duyarlılığın ruh sağlığı alanında çok daha fazla dikkate alınması gerektiğini vurguluyor.
“Bu çalışmanın sonuçları, duyarlılığın klinik uygulamalarda daha fazla göz önünde bulundurulması gerektiğini gösteriyor. Nüfusun yaklaşık yüzde 31’i yüksek duyarlılığa sahip ve bu kişiler, bazı psikolojik müdahalelere daha iyi yanıt verme eğiliminde. Bu nedenle duyarlılık, yalnızca ruhsal bozuklukların nedenleri açısından değil, aynı zamanda psikoeğitim, tedavi ve nükslerin önlenmesi açısından da önemli bir faktör olabilir.”
Aşırı duyarlılık, zayıflık değil; doğru şekilde yönlendirildiğinde hem daha derin bir farkındalığa hem de daha güçlü bir dayanıklılığa dönüşebilir.
BU İÇERİK İLK OLARAK GQ ITALY WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.