The Grand Tarabya Hotel’de, bir süit dairesindeyiz. Çekimin ardından röportaj için oturma odasındaki kanepeye çöktüğümüzde Boğaz’ı farklı açılardan gören odada Yiğit Özşener, takıla takıla televizyon ekranının fantastik renk skalasına takılıyor. Dönüp bakıyorum. Saçma bir şey gerçekten. Sessizde olan yayının ekranında, çimenden misal, fosforlu yeşil fışkırıyor.
“Bu ne be?” diyorum. Televizyonun markasına bakıp, “Ha, anladım ben” diyor. Yayından değil, televizyonun markasındanmış. Geçenlerde tüplü televizyonu artık hurdaya çıktığı için televizyon alması gerekmiş, sormuş soruşturmuş, oradan biliyor; bu markanın televizyonları böyle görüntü veriyormuş meğer. Kıvam, Teletubbies kıvamı: Sarılar daha sarı, pembeler daha fuşya, maviler camgözü... Algının kapılarını mı açıyor, insanın algı ayarlarıyla mı oynuyor; tartışılır.
Yiğit Özşener, sadece meslek icabı değil, insan olarak da “algı” meselesine kafa yoran biri. Ve baktığını gören... Onunla tanışıklığımız eskiye dayanıyor. İzmir, Karşıyaka, Cumhuriyet İlkokulu’na. Aynı sınıfta değildik, ikimiz de okulun basketbol takımındaydık, antrenmanlardan ve teneffüslerden bilişirdik. Annemin tabiriyle, “avukat beyin oğlu”ydu. Aynı mahallelerde dolanmışlığımız, yakın arsalarda patırtı yapıp çevre apartmanlardaki teyze-amcalardan fırça yemişliğimiz var.
Şanslı bir çocukluk olarak addediyor yaşadığını; bu aralar İzmir’e gidişlerini sıklaştırdığını, şehri yeniden keşfetmeye başladığını anlatıyor: “Şimdi o iki katlı ev yok. Her tarafı bahçe olan binanın birinci katında oturuyorduk. Şu anda ailemin oturduğu ev, o eve çok yakın; hatta kardeşim, o evin yerine yapılan binada oturuyor. Sokakta, arkadaş gruplarıyla eğlenerek geçti çocukluğumuz; şanslıyız. Duvarın üstünde oturmak diye bir şey vardı. Salçalı ekmekle sokaklarda da koşturdum, binaların bilmem kaçıncı katından kuma da atladım, tahta kılıçla şövalyecilik de oynadım, körebe de oynadım...
Bizim çocukluğumuzdaki İzmir gibi değil artık, biliyorsun. Uçaktan bakarken fark ediyorum. Benim bunu söylemem tabii çok garip düşününce. Bunu babam söylese, annem söylese, rahmetli oldular ama dedelerim söylese tamam da, benim demem çok tuhaf. Çok kısa sürede oldu çünkü değişiklik. Hızlı ve acımasız bir şekilde. Bizim hayatımız incir, erik ağaçlarının tepesinde geçti. Klişe mi klişe, banal mi banal ama önemli. Valla önemli. İnsanın oluşumunda da. Şimdikiler gibi iPad’e doğmak kötü değil ama ağaca çıkmamak kötü ya...”
O çocukluğu yaşadığımız ilkokul yılları bittikten sonra, araya giren senelerin ardından karşılaşmamız bu kez gazeteci-oyuncu, röportör-süje hukuku çerçevesinde gerçekleşti.
Bundan 10 yıl önce, o bir telefon hattının memleket hadisesine dönüşen büyük reklam kampanyasında Özgür Çocuk (Tevellüdü tutanlar, Özşener’le Nil Karaibrahimgil’in ülkenin dağında denizinde kovalamaca oynadığı kampanyayı net hatırlayacaktır) olarak Türkiye çapında tanınır olmuş, sonra bir süreliğine ortalıktan kaybolmuştu. Hande Ataizi’yle başrolü paylaştığı Estağfurullah Yokuşu adlı bir diziye başlayacaktı. Cismi herkesçe biliniyordu ama ismi, Özgür Çocuk’tan öte, kimliğinde yer aldığı şekliyle yeni yeni duyulacaktı.
Arada Tevfik Fikret’te ortaokulu, Anadolu Teknik’te liseyi, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği bölümünü bitirmiş, Koç’ta işletme dalında MBA’ini yapmıştı. Üniversitede girdiği tiyatro kulübünde zehir damarlarına zerk olmuş, bu işin doğru dürüst eğitimini alabilmek için Stüdyo Oyuncuları Topluluğu’na katılmış, bir yandan bir elektronik şirketinde kurumsalda mesleğini icra etmiş, hatta arkadaşlarıyla ortak bir şirket kurmuş, bir yandan kendini tiyatroya vermişti. Stüdyo’da rol aldığı oyunların yanında, birkaç arkadaşıyla birlikte kendi tiyatrolarını kurma gayretindeydiler.
Zaman gelip milenyuma dayandığında, artık taşıdığı karpuzlar fazla gelmeye başlamış, kafayı nihayet hayatını oyunculuk yaparak kazanmaya yatırmıştı. “Peki, kötü haberi benden almış ol” demiştim, “Şimdi Hande Ataizi’yle başrolü paylaşacaksın ya, öyle şeyler olsun olmasın, yakında hakkınızda kavga haberleri, aşk haberleri üretilecek. Bunlara hazır mısın?” Gülmüştü: “Biliyorum başıma gelecekleri. Benimle ilgili bir haberde ismimin üç kere farklı şekillerde, bir kere Özşener, bir kere Özşeker, bir kere Şeker diye yazılacağını, yaşımı 33 olarak beyan edeceklerini (O sırada 31 yaşındaydı, şimdi 41), benimle ilgili ‘Oyunculuğa yeni başlayan Özşeker’ diye başlayan cümleler kuracaklarını biliyorum. Beni sadece dolaylı yoldan yakalayacak ama bu haller. Ben buna direkt olarak bulaşmayacağım. İşimi yapacağım, o kadar.” Bugün bu muhabbeti hatırlatınca da gülüyor: “E, bütün hepsi de oldu işte. Öngörebilmişim yani.”
“Bu hallere” bulaşmama mevzuunu da becerdi mi, becerdi. Şöyle bir arşiv taraması yaptığınızda görüyorsunuz: İkinci sayfadan ziyade, ekseri kuşağının en iyi oyuncularından biri olarak anılıyor hakkında yapılmış haberlerde. Yine de şöhretin pakete dahil getirilerinden de, götürülerinden de payına düşeni almış elbet: “Tabii canım... Sana dair herkesin her şeyi söyleme hakkı doğuyor gibi bir anda. Normalde üçüncü sayfa cinayetlerinin sebebi olabilecek şeyler, bizim hayatımızda çok normal. Haberi görüyorsun, cinnet getirdi, gitti 10 kişiyi doğradı diyor; bakıyorsun niye, bilmem kim bana şunu şunu dedi demiş. Bizim türümüze bunlar söylenebilir mesela; merak etmeyin, cinayet çıkmaz. Bundan sanki insanlar hep ters şeyler söylüyor da haksızlık ediyorlarmış gibi bir anlam da çıkmasın ama bu otomatikman gelen bir hak gibi yaşanıyor. Herkes de bunu kötü kullanmıyor tabii...”
Bir süredir uzak kaldığı televizyona, İntikam dizisiyle, daha önce kişisel sebeplerden dolayı diziden ayrılan, iyi arkadaşı Nejat İşler’in canlandırdığı Rüzgar rolüyle döndü. Çatır çatır bilgisayarların hack’lendiği, yatak odalarına gizli kameraların yerleştirildiği, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı, habaset deryası bir grup insanın hikayesinin ortasında, kadronun neredeyse yegane iyi insanını, tabiri caizse sütten çıkmış bir ak kaşığı canlandırıyor.
Kariyerinde ayrı bir yere koyduğu, özellikle mutlulukla yad ettiği işleri sorunca, “Tiyatro oyunlarının tamamı için söylerim” diyor. “Sinemada Kaybedenler Kulübü’nü iyi ki yaptım derim, televizyonda Ezel’de iyi ki oynadım derim; iş bana çok imkan tanıdı, negatif tarafı ağır basan bir oyunculuk olması açısından. Ama TV kariyeri açısından başta beni alıp da bir yere koyan, Dudaktan Kalbe’dir.”
Tiyatrodan, bedenini kullanma imkanı da tanıdığı için başka türden bir haz duyuyor, “Televizyonlarda konuşan kafalarız daha çok” diyerek. Tiyatronun hayatta olduğunu idrak ettirdiğini söylüyor. Prova yoğunluğu, uzun süre hep aynı metnin temsil ediliyor olması dert değil. Bilakis: “Bir proje için altı ay kapatabilirsin beni bir yere. Bilmem ne şehrine, bilmem ne köyüne... Sabah akşam bunun üzerine konuşup bir şeyler yapabilirim, bayağı disiplinli bir şekilde. Başka bir şeye izin vermediği içinden ziyade, sadece buna izin verdiği için bunu seviyor olabilirim. Derinleşme imkanı tanıdığı için... Şehirde benim dikkatim o kadar dağılıyor ki: Bazen durup, hiçbir şey yapmıyorum, diyorum. Aslında çok şey yapmış oluyorum ama dinginleşmiyor ve derinleşmiyor hiçbir şey. Her şeyden bir tutam, biraz baharat, biraz şundan, biraz bundan, sofrayı donatıyoruz, evet ama her şeyin tadı birbirine karışıyor. Özellikle tiyatroda bir şeye kapandığında, bir şeyin derinliğinin kısmen de olsa çok tekrardan geldiğini biliyorum mesela. Gerçekten can sıkıcı sayıda tekrar: Bunun için biçilmiş kaftanım ben. Tekrarın içine işlemesi, organın gibi olması... Seviyorum...”
Tiyatro, izleyiciyle daha interaktif, daha entim bir ilişkiye imkan tanısa da daha “tenha” bir iş neticede. Tiyatro yaptığı yılların ardından, ülke çapında, majör bir reklam kampanyasıyla piyasaya bomba gibi düşme halini nasıl yaşamıştır peki? “Reklam bambaşka bir şey. Bir anda onunla gündeme gelmeye başlıyorsun. Ben Özgürüm kampanyasından sonra bir süre hiçbir şey yapmadım. Kurumsalda kendi mesleğimle uğraşıyor ve tiyatro yapıyordum. İş geliştirmede çalışıyordum bir elektronik firmasında. Reklamda oynadım, bir anda çok göz önüne çıktım. Öyle bir projede yer almak, yönetilen bir şey ama ben işin o kısmıyla ilgilenmiyordum ki... Yine alıştığım tempoda ilerliyordum çünkü çağrıldığım her işe reklamdan dolayı çağrılıyordum. İkna olmuyordum projelere. Televizyon için doğru olabilir ama ben o sırada sadece oyunculukla ilgili düşünüyordum, yine döndüm, tiyatro yaptım.”
Şimdilerde dünyada sinemanın düşüşte, televizyonun yükselişte olmasından laflıyoruz. Hollywood’un A listesi oyuncularının, bir zamanlar televizyon tekliflerini hakaretamiz saydığını, stadyum konseri veren şarkıcıya ancak düşülebilecek bir yer olan pavyon programı önerilmiş gibi yaklaşıldığını hatırlıyoruz. Şunun şurasında bir 10 yıl öncesinde durum buyken, Meryl Streep’i, Dustin Hoffman’ı, Al Pacino’yu izliyoruz artık televizyonda, malum.
“Ama orada da kaliteyi öyle bir yükselttiler ki, hikayeyi ve çekiş biçimlerini öyle doygun hale getirdiler ki, o insanlar da o dünyaya dahil olabildi” diyor: “Bunu ilk gördüğümüz iş Angels in America’dır, mini dizi olarak. Sonra senaryo olarak gerçekten dizilerin çehresini değiştiren Six Feet Under’dır. Bir süre sonra eğer bu işin icat edildiği ve en iyi şekilde yapıldığı yer okyanusun öbür yanıysa, orası da belli bir tekrar yaşamaya başlıyor. Şimdi o tekrarı aşmaya, çok önemli karakter oyuncularını dizinin başrol oyuncusu olarak getirmeye başladılar. Bence en büyük başarıları casting. Estetik kaygıdan öte düşünüyorlar. Çünkü ön planda olan şey proje ve onun dizaynı oluyor. Bizim burada estetik kaygılarla oynatmayacağımız bir sürü insan Amerika’da yaşasaydı, ekmek yeme şansları olabilirdi. Amerika’da bir sürü projenin başrol oyuncuları da burada açlıktan ölürdü, ayrı mesele.”
Hakikaten, Breaking Bad’in yıldızı Bryan Cranston, burada olsa, daha bitmeden TV klasikleri arasında sayılan bir diziyi beş sezon sırtlar, hayat da onu ödül manyağı yapar mıydı? “Geçende aynı şeyi bir arkadaşımla konuştum” deyip bir kahkaha patlatıyor: “Düşünsene evren nasıl bir şey: Adam Amerika’da doğuyor, Breaking Bad diye bir iş yapılıyor ve bu adam oynuyor. Burada da doğmuş olabilirdi, en iyi ihtemalde bilmem kimin babasını oynardı. Neyse...”
E, Amerika’da pişen illa ki bir süre sonra buraya da düşüyor. Belki ileriki yaşlarımıza ulaştığımızda, o sistem burada da oturmuş olur. Gelecek tahayyülünde bulunalım mı biraz? “Valla geçmişte daha çok vardı gelecek tahayyülüm” diyor: “2010 Uzay Yolu falan, öyle şeyler seyrediyorduk; şurda 2014 oldu, onlar hâlâ yok. Zaman makineleri, Back to the Future’lar falan, hâlâ ışınlanamıyoruz işte! Ben 72’li olarak bir geçiş kuşağı mensubuyum. Çok arada derede bir kuşağız bana sorarsan. Maalesef... Hiçbir şey tam oturmamış. Bende şöyle bir hissiyat var: Bir şey icat edilecek ama bizim dönemde değil. Fakat o da bizden dolayı icat edilecek gibi... Ortaçağ bağnazlığının Rönesans’ı hazırlaması gibi, anladın mı? Öyle bir his var bende. Daha güzel evler, doğaya daha saygılı yerlere dikilecek bir gün ama bizim görmekle ilgili bir sorunumuz olabilir orada. Yine de ümit etmekten geri durmak gerekmiyor tabii.”
Gerçekten bir üstümüz iyiydi, e şimdiki gençlik de malum; biz ne talihsiz bir döneme denk düştük yahu... “Her şeyin geçiş dönemine denk geldik bu memleketin” diyor: “Hiçbir şeyin sistematik olarak oturmadığı bir dönemin çocuklarıyız. Beklenti de büyüktü ama: Arabanın sürekli gazına basılıyor. Ama bir dakika ya, bir saniye; bu yorulur, hararet yapar diyorsun; boşver, bagajda her şey sağlam diyorlar. E bir yandan üç kule de yumurta taşıyorduk diyorsun; olsun abi, kasa sağlam diyorlar. Sağlamları yeriz, kırılan kırılsın diyorlar; sürekli gaz, sürekli gaz... Meşhur hikayedir ya hani: Bir grup Kızılderili deli gibi koşuyorlarmış. Biri aniden durup ‘Bi dakka ya’ demiş, ‘Ruhum geride kaldı.’ Bedenimiz koşuyor, ruhumuz geride kalıyor.”
Ruh, işi daha iyi biliyor...