Sınır Gökyüzü | Velayet Rejimi
Argüman

Sınır Gökyüzü | Velayet Rejimi

GQ Türkiye arşivinden Levent Erden'in velayet rejimini okuyoruz. Modern babalıkta cevapların bazen çocuklardan geliyor, biliyoruz.

Baba üç buçuk yaşındaki kızının zor sorusuyla köşeye sıkıştı: Sonsuz nedir? Koca koca insanların bile anlamakta zorlandığı bir şeyi ona nasıl izah edecekti? Hafızasını yokladı, kızını onun silahıyla alt etme zamanı gelmişti.

Baba başını gazetesinden kaldırmak zorunda kaldı. “Babaaa sonsuz nedir?”. Boş boş baktığı minicik kızı soruyu tekrarladı. Doğru duymuştu, üç buçuk yaşındaki kızı ona “sonsuz”un ne olduğunu soruyordu! Nereden çıkmıştı şimdi bu? Akşam akşam.

Aslında olay basitti. Kızı ayağa kalkabildiği günden beri değebildiği her şeyi kurcalıyordu. Yüksek sehpanın üzerinde duran, henüz uzaktan kumanda yaratılmadığı için bol düğmesi olan televizyon, en önemli hedefti. Uzanamadığı için, açılma kapanma kararı (kanal değiştirme daha yoktu, zaten tek kanalcık vardı) kontrolünde değildi. O düğmeye uzanmak onun için sadece yeni bir hedefe ulaşmak değil, önemli ve kıt, dolayısıyla stratejik bir kaynağı ele geçirmekti. Ve o gün gelmişti. Bu operasyon derhal günlük spor haline geldi. Olur olmaz durum ve saatler çat! Bazen haber, belgesel, bazen de yüksek hışırtı eşliğinde milyonlarca nokta… Ama birkaç gün sonra, her açıldığında görüntü vardı. Televizyon her seviyede uzaktan eğitim aracı ilan edilmiş, Açıköğretim, açık dershane dönemi başlamıştı. Ufaklık ekran karşısına geçip, birkaç dakika için de olsa konuya kilitleniyordu. Seyretmese bile biri gelip bu gürültü kirliliğine son verene kadar iks, ye, logaritma, Dandanakan, ivme, bangır bangır kulak resmi geçidi yapıyordu. Bu “sonsuz” sorunsalı da o gün işlenen konudan kaynaklanıyordu. Baba minik kızının tüm sorunlarına, onun anlayacağını varsaydığı şekilde cevap vermeye kararlıydı. ne de olsa her fırsatta “Babacıklar her şeyi bilir” ödülü almaktan, kendine bile itiraf etmekte zorlandığı bir gurur duyuyordu. Ama bu sefer iş biraz yaştı. “Sonsuz”u kavram olarak kendi arkadaşlarına bile nasıl anlatabileceğini bilemezken, minik velete ne diyecekti? “Biz her şeyin bir başı ve sonu olduğunu zannederiz ama olmayabilir.” I-ıh. Boş gözler.

“Şimdiii, bir yol olsa, biz yürüsek, yürüsek ama bitmese…” Cevap net: “Nasıl yani?” Baba onlarca tanım yaptı. İmkânsız. Bugüne kadar babanın her açıklamasını kolayca anlayan kız, işin içinden çıkamadıkça bozuluyordu. Ona göre baba her şeyi bildiğine göre anlayamayan kendisiydi.

Sokağın tavanı kadar

Kızının üzüldüğünü gören baba çaresizlik içindeydi. “Bu çocukların anlayacağı şey değil” salaklığını yapmayacaktı. Çocukların anlatılandan da fazlasını anladığını iyi bilirdi. İşte o an ampul yandı. Baba kızının sorusunu, ondan öğrendiği bir şeyle çözecekti. Bu lafı ilk duyduğu günü hatırladı. Kızı neredeyse doğduğundan beri, babasının yoldaşı, kaçışıydı. En azından her fırsatta evlerine damlayan, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi beğenmeyen çirkef kaynanasından kaçıp sokağa fırlamanın tek meşru sebebiydi. Boynuna “kanguru”yu takıp, veledi içine tıkar, kaçardı. Geç olmuşsa çocuğun odasına kapanıp uzun süre oyalanıyordu. Yine bir gün işten karmakarışık kafayla dönen baba, kapıyı açar açmaz çirkef kaynanasını, elinde acayip kokulu dumanlar çıkaran cezveyi sallayıp, manda kasa gövdesini evin dört yanına savururken gördü. Dişlerinin arasından merhabanın son “a”sını söylerken, kızın odasına kaçmıştı bile. Belli ki misafir gelmiş, herkesin kendi gibi kötü niyetli olduğunu düşünen kaynana, kendini tütsü ayinine vurmuştu. Baba boynuna atılan kızıyla yatağa atladı. Kızı onun ayaklarıyla dizlerinin arasına uzanıp kollarını açtı. Uçak, babanın ses efektleriyle uçmaya başladı. Yorulunca sarılmaca, yuvarlanmaca… “Bir daha, bir daha” üstelemeleri, “Dur, yoruldum” nazları, yine havalanmaca… Uçak düştü numarasıyla dizleri açıp, kızını göğsüne düşürüp sarılmaca…

Ama o gün kızı pek adeti olmadığı şekilde “Babacık seni çok seviyorum yaaa!” deyiverdi. Şımaran baba, pek değil, hiç adeti olmadığı şekilde, başkası söylese kızacağı soruyu soruverdi: “Ne kadar?” Genelde çocuklar bu soruya, iki kolunu açıp “Bu kadaaar” ya da “Dünyalar kadar” gibi standart cevaplar verirdi. Ama kızı standart değildi, cevabı tahmin edilir soru onu bayağı şaşırtmıştı. Ciddileşti, sessizleşti. Zor durumda olduğunu düşündüğü zamanlarda yaptığı gibi, kulağının üzerine düşen saçları avcunun içine alıp burnuna değdirdi. Avcunu önce kafasına, sonra yüzünde bastırdı.

Baba sorusundan utanmıştı. Sululuk yapmaya, konuyu değiştirmeye çalıştı. Kız soruya takılmıştı. Düşündü. Düşündü. Birden yüzü aydınlandı. Cevabı bulmuştu. Babasının gözlerinin içine baktı. Haykırarak cevapladı: “Sokağın tavanı kadaaar!”

Net bir gol

Baba karnına beklemediği bir anda yumruk yemiş gibi oldu. Şaşırma sırası ondaydı. Lafı onlarca defa kafasında tekrarlarken kızına sıkı sıkı sarıldı. Bu cevap, kendini pek bir halt zanneden babanın aklına yüz yıl düşünse gelmezdi. Üstelik tesadüfi de değildi. İyice düşünülmüş, tartılmış, gözde canlandırılmış, ustaca formüle edilmişti. Dağarcıktaki kelimeler kuyumcu terazisinde geçti tartılarak… Baba yenilmişti, net bir golle…

Hiç aklından çıkmayan bu cevap, işte şimdi kurtarıcısı oluyordu. O da cevabı uzun uzun düşünmüş, çok farklı şekillerde formüle etmiş ama başaramamıştı. Kızını onun silahıyla alt etme zamanı gelmişti.

Durdu, muzip bir ifade takındı. Gözlerinin içine baktığı kızı, her şeyi bilen babasının cevabını bekliyordu. Pür dikkat. Baba patlattı: “Sonsuz, sokağın tavanıdır!” Kızı cıvıl cıvıl “Hah, tamam anladım” dedi. Anlamıştı. Gerçekten.

 

İlgili Başlıklar
Daha Fazlası