Oğlan rutin hafta sonu ziyaretine bir de arkadaş katmıştı. Çocukları kolay yoldan doyurmak için yasak yemekleri söylemekle başlayan kaçamak, sert bir savaşa dönüştü. Ama taraflar eşit, baba da en fazla oğlu yaşındaydı.
Bombalar hafif sağa düştü. Bildiğimiz makineli tüfeğin yedi göbek torunu akıl dışı silah, ayrı namlulardan ateş kusuyor, bomba atıyor, ışık fışkırtıyordu. Zavallı baba kendini Irak-Suriye-Afganistan bir “şeykır”a konmuş, on doz gürültü, beş doz özel efektle iyice çalkalanmış da kulaklarından içeri sivri hunilerle dökülüyormuş gibi bir halde buldu. Ateş altında kalanların türlü çeşitli robot, humanoid yaratık olması durumu değiştirmiyor, baba her ateş sesinde kafasını eğiyor, gerçeklik hissine kendini kaptırıyordu.
Oğlunun ve sınıf arkadaşının iki saattir kesintisiz süren oyunu hafta sonunu nasıl geçireceğinin özetiydi. Ara vermeleri için getirdiği her öneri senkronize baş sallayışlarıyla reddedildi. Yemek, onları durdurabilecek tek şey olabilirdi. Çünkü ikisi de tek elle joystick tutarken diğer elle ağzına bir şeyler atabiliyordu. Babanın canı yemek yapmak, sonra da bulaşık yıkamak istemiyordu. Daha hafta sonunun ilk akşamından! “Bir şeyler yiyelim mi?” dedi. “Ne yaptın?” diye sordu oğlu alışkanlıkla. Onun için baba dediğin yemek yapmalı. Hep, farklı farklı. “Hadi! Bu sefer bir şeyler söyleyelim.” Baba sanki sihirli kelimeler söylemişti. Oyun bir anda durdu, kendisine dönen kafa ve kocaman gözler “Gerçekten mi?” diye bağırdı. Hemen “Her istediğimizi söyleyebilir miyiz?” arkasından da “Hem de istediğimiz yerden?” soruları geldi. Gizli formülü bulmanın rahatlığıyla kabul edince iki hafta babanın bilgisayarına çöktü. Onlar oynarken yazmaya çalıştığı yazıyı save etmeden hedefe kilitlendiler. Nevzat’ın sitesinde Yeni Zelanda, Hawaii sahillerinde görülmemiş bir sörf başladı. Hamburger, pizza, suşi, etsiz çiğ köfte önerilerinde dolaşıldı. Birlikte ve ayrı ayrı tekrar sordular: “Gerçekten istediğimizi yiyebilir miyiz?”. İnanamamışlardı. “Benim annem bunları yememe hiç izin vermiyor”, “O bir şey mi, benimki raftan hiçbir şey yememi istemiyor!” Baba da istemiyor aslında ama raf neydi? “Rafta satılan yani sanayi işi, yani doğadan olmayan, yani zararlı, yani kötü” Aerobik, “cim”, pilates milates derken hatunlar GDO’lu beyinlerini organik gıdayla bozmuşlardı. Çocukların üzerinde de korku imparatorluklarını genişletecek meşru sebepler bulmuşlardı.
İki Patlamamış Bomba
Oğlu babaya göz kırptı. Arkadaşına da gururla “Burada her şey serbest” dedi. Oğlunun arkadaşı ona büyük tezahüratla sarılırken, baba içinden sınırların neler olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Önce uzun uzun ne yiyeceklerini tartıştılar. Jargon babaya yabancıydı: Bildik şeylerin markalara göre farklı adları, büyük seçim, kombo, ring… Tabii ki veletler farklı markalardan acayip şeyler istediler. Tabii ki iki ayrı mekanın kural tanımaz motosikletçileri farklı zamanlarda geldi. Tabii ki ilk geleninki paylaşılırken ağır pazarlıklar yapıldı. Aranılan kapı ertesi gün ardına kadar açıldı. İki öğün daha “sepet” sitesinin altı üstüne getirilerek yine farklı şeyler istendi. Anneler yüzünden nelerden yoksun kaldıklarını düşündülerse ısmarladılar.
Pazar günü geldi. Öğün aralarındaki çikolata, cips, ıvır zıvır bulamacına yasak teferruatla eklenince aldıkları milyon kaloriyle çocukların patlamamış bombalara dönüşmüş olması gerçeği babanı kafasına balyoz gibi indi. Veletleri televizyon, cep telefonu, konsol, bilgisayar ve diğer tüm ekranlardaki Lucas türevleri kesmiyordu. Fiziki azgınlık başlamış, koltuk tepesinden tavana el izi bırakmacalı atlamadan babanın çalışma masasını kale yapıp evdeki yastıklarla şut çekmeye, bu arada babanın vicdan azabı okunmamış kitaplar kulesini devirme, kediyi çift taraflı sıkıştırıp deliye döndürme gibi muzır faaliyetlere başlamışlardı.
Kazananın Dediği Olur
Baba duruma el koydu. Onları sakinleştirmenin imkânsızlığını görünce daha da azdırmanın doğru olduğunu düşündü. “Şimdi bir oyun oynayacağız, kim kazanırsa onun dediği olur!” Tamam deyiverdiler. Acayip dağınık bir adam olmasına rağmen babanın belli konularda akıl almaz bir düzeni vardı. Çorapları top yapılıp renklerine göre farklı farklı kutularda rafa yerleştirilmişti. Bu çoraplar artık savaşın mermisiydi. Baba siyah ve kırmızı, veletlerse diğer renkler ve spor (çorabı) mermileri olan takım. Tabii ki onların mermisi daha çoktu. Kedi de eşitliği sağlamak için babanın takımından sayılmış ve oyun başlar başlamaz kafasında patlayan çoraplar yüzünden kanepenin altına saklanmıştı. Herkes isabetli vuruşunu gol sayıyordu. Kısa sürede maç sertleşti. Yarı dolu meşrubat kutularından halıya akanlar, devrilen abajurdan kaçarken üzerine basılıp kırılan iki DVD… Her atışta ağızla yapılan efektler, patlama sesleri, gerçek şangırtılar… Tam savaş alanı! Baba da “çömel-kalk, siper al, yerde yuvarlan” a kendini kaptırdıysa da, her ay bir asgari ücret ödediği sigaranın da etkisiyle gücünün sonuna geldi. İki koca eline çorap mermilerini beşer beşer doldurdu. Siperinden fırladı. Çocukların arkasına saklandığı kanepeyi devirdi, kaçışırken düşen veletlerin üzerine uçup ellerindekileri onların üzerine boca etti. Attığından fazlasını gol diye saydı: “Kazandım! Şimdi siz iki saat sessizce ders çalışmaya.”
Çocukların mağlubiyetlerini beklenmedik şekilde kabul edip arka odaya yöneldiler. Oğlu, arkadaşının omzuna kolunu atmış fısıldıyordu: “İnsanın kendi yaşında babası olması ne iyi di mi lan?”
BABALAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN: Çünkü babalar her duruma çözüm bulur