çocuklarla tv izlemek Getty Images; Photo courtesy of Studio Ghibli
Argüman

Çocuğunuzla Birlikte Televizyon İzliyorsanız, Gerçekten İyi Bir Program Açın

Chris Gayomali, çocuğunu Studio Ghibli ile tanıştırdığında, “hem çocuklar hem de ebeveynlerin sığınabileceği, düşünceli ve hayal gücünü genişleten bir eğlence” buldu.

Geçenlerde, küçük oğlumuz garip bir şey yapmaya başladı. Nereden çıktığına dair hiçbir fikrimiz yoktu. Eşim ya da ben kanepede biraz kestirmeye kalksak, birden üzerimize zıplayıp göğsümüze iniş yapıyor, nefesimizi kesiyordu. Ardından yüzümüze iki santim kalacak şekilde eğilip “Hey, uyan!” diye bağırıyor, gözlerini sımsıkı kapatıp hızla zıplamaya başlıyordu. Alarm olarak epey etkiliydi, orası kesin.

Eşimle ikimiz tamamen afallamış durumdaydık. Haftalarca bunun nereden gelmiş olabileceğini araştırdık, Google aramalarımız bir sonuca ulaşmadı. Artık hiçbir zaman öğrenemeyeceğimizi kabullenmiştik ki, bir sabah kahvaltı ederken televizyonun karşısında cevabı bulduk: Bu, Hayao Miyazaki’nin 1988 yapımı filmi Komşum Totoro’daki bir sahneydi. Yağmurlu cumartesi sabahları evde kapalı kaldığımızda sık sık açtığımız bir filmdi. Filmde Mei adındaki küçük bir kız (İngilizce dublajda Elle Fanning tarafından seslendirilmiş), babasının göğsüne atlayıp “Hey, uyan!” diye bağırıyor, sonra gözlerini kapatıp hızla zıplamaya başlıyordu. O anın detayları bizden kaçmıştı ama üç yaşındaki çocuğumuz üzerinde derin bir iz bırakmıştı. Ebeveynlerinin yorgunluktan bitap düşmüş uykularını böyle eğlenceli bir yöntemle bozmayı komik buluyordu. Eşimle birbirimize baktık ve kahkahalara boğulduk.

Ekran süresi konusunda diğer ebeveynler kadar katı değiliz ama birkaç basit kurala bağlı kalıyoruz: Temel mantık şu — beyin erimesine izin verme. Örneğin Cocomelon’un algoritmalarımıza sızmasına asla izin vermedik. Gerçi bazen bir anlık huzur için bir şeyler açma fikri elbette cazip olabiliyor. Ama televizyon açtığımızda, mümkün olduğunca “fazla düz” içeriklerden kaçınmaya ve bizim de izlemekten keyif alacağımız şeyleri tercih etmeye çalışıyoruz. Çoğu zaman bu, bir Miyazaki filmi oluyor.

Her şey başka bir baba arkadaşımın tavsiyesiyle başladı. Kızları sabah 5:30’da uyanınca, ona bir kase mısır gevreği verip Kiki’nin Teslimat Servisini açıyor, sonra da tekrar yatağa dönmeye çalışıyormuş. Biz de Kiki ile başladık. Derken oğlumuz Ponyo’ya (bir balığın insan olma hayali) ilgi göstermeye başladı, ardından Totoro. Şimdilerde ise en çok Ruhların Kaçışına takılmış durumda — özellikle de, doyumsuz bir iştaha sahip olan ve küçük bir kıza musallat olan No-Face karakterine. Rüya gibi, yoğun, hatta biraz ürkütücü bir film ama oğlumuz pek etkilenmişe benzemiyor. No-Face ekranda belirdiğinde işaret edip, “Bak, No-Face,” diyor.

Ghibli filmlerini sevme nedenim, olayların bazen gelişigüzel ilerlemesine rağmen asla katı bir ahlaki evren yaratma çabasına girmemeleri. Diğer çocuk içeriklerinden farklı olarak burada kimse tamamen iyi ya da tamamen kötü değil. Garip şeyler oluyor ve nedenleri tam olarak açıklanmıyor ya da önemsenmiyor. Bu rastlantısallık, özellikle şu anda yaşadığımız dünyayla son derece uyumlu. Kurbağaların işlettiği bir hamamda bile geçse, gerçeklik hissi baki kalıyor. Oğlumun bu karmaşayla barışık olmasını, dünyanın adil ya da düz bir yer olmadığını anlamasını istiyorum. Miyazaki bir röportajda şöyle demişti: “Ben filmleri katarsis olsun diye yapmak istemiyorum. Çocukların yeni bir şey görüp deneyimlemesini sağlayacak filmler yapmak istiyorum.”

Bir baba olarak ekran süresiyle ilgili korkuların çoğunun fazla indirgemeci olduğunu düşünüyorum. İzlenecek iyi şeyler de var, kötü şeyler de — tıpkı kitaplar gibi. Geçtiğimiz yıl New York Times’a verdiği röportajda Zadie Smith, çocukken her gün dokuz saat boyunca televizyon izlediğini ve bunun hayal gücünü, kurgu yazarlığına olan bakışını şekillendirdiğini söylemişti. Evet, Smith bugünün çocuklarının karşı karşıya kaldığı, serotonin sistemini altüst edecek şekilde tasarlanmış yapay zekâ üretimi korkunç içerik döngüleriyle uğraşmak zorunda kalmadı belki, ama bence televizyon karşıtı pek çok ebeveyn, aslında kendi doomscrolling (felaket haberleri arasında kaybolma) alışkanlıklarına dair endişelerini yansıtıyor. Küçük ekranlar kötü; büyük ekranlar artık o kadar da kötü değil; 70 mm IMAX gösterimi ise neredeyse ilahi bir deneyim. İçimdeki küçük, iyimser bir parça, bu neslin bizden daha zeki olduğunu ve ebeveynlerinin telefonlar yüzünden ne kadar bozulduğunu fark ederek buna göre uyum sağlayacağını düşünüyor.

Miyazaki, 2021 tarihli deneme koleksiyonu Turning Point’te, ortalıkta zaten çok fazla vasat içerik olduğunu yazıyor ve kendi stüdyosu Ghibli’nin de bu gürültüye katkı sağlıyor olup olmadığını sorguluyordu: “Medya üretiminin aşırılığına ne yapılmalı?” diye soruyordu. “Bazen en iyisi hiçbir şey üretmemek gibi geliyor bana. Bir selin ortasında bir kova su daha eklemeye gerek var mı? Ama nehrin taştığı bir anda bile insan bazen içebileceği temiz bir suya ihtiyaç duyar.”

Şöyle devam ediyordu: “Bana asıl büyük sorun gibi görünen şey şu: Hem film hem televizyon dünyası, önlerine atılan havuçların peşinden koşup duruyor. Televizyon için bu havuçlar çok küçük, gerçekten uyduruk şeyler. Film ve TV projeleri ise genellikle düşük riskli ve kolay tüketilen içerikler olmaya yöneliyor.”

Etrafta çok fazla kolay tüketilen, çabuk unutulan şey var. Ebeveynle çocuğun birlikte sığınabileceği, düşünceye ve hayal gücüne yer bırakan içerikler ise bu büyük diyagramda oldukça küçük bir kesiti oluşturuyor. Miyazaki’nin sorduğu o soru — “Yaptığım şeylerin gerçekten var olması gerekiyor mu?” — ekran süresiyle ilgili kaygılarımın çoğunu hafifletiyor. Çünkü o gerçekten önemsiyor. Bu da, çocuklarımıza sunulan içerikte bir özen, bir niyet ve bir sorumluluk duygusu olduğunu gösteriyor. Çamurlu bir denizde yudumlanacak temiz su gibi.

Chris Gayomali, Ssense’in editörü ve GQ’nun eski makale editörüdür.

BU İÇERİK İLK OLARAK GQ US WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

İLGİLİ İÇERİKLER Babalar Günü
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası