Bilet kontrol memuru, iki gündür aralıksız dans ettiği partiden kaçmış file çorap, dökülmüş siyah oje ve falafel kokusu sinmiş balkabağı renginde atkıyla dönen uyuyakalmış bir kızı, kız da muhtemelen ineceği durağı pas geçiyor. Ben geçmiyorum. Çünkü bu durağın hemen çıkışında, Kottbusser Tor’da beni bekleyen biri var.
Kreuzberg Meydanı çok acayip bir yer. Takım elbiseli bir adam, kaldırımda cigara içen punk’lardan ince bir jestle bir fırt istiyor. Derin bir nefes çekip yoluna devam ediyor. Türk manavının önünde yemenili-pardesülü bir kadınla sağ paçası kıvrık, bebeği sırtında bir adam elma seçiyor. Pırasanın kilosu “üç öyro”. Ama bildiğimiz pırasa değil bu. Azman. Bilek kalınlığında. Bizimkiler yanında çıtır taze soğan. Bildik usul, havuçlu-pirinçli pişirmiyorlar. Yaprakları iyice haşlayıp, kıymalı harçla muska sarıyorlar, üstüne de yoğurt...
Buradaki, Kreuzberg’deki her şey, mağaza vitrininden göz makyajına, bir çift bottan işte o muska sarmaya filan her şey, insanda “Bunu sadece burada görebilirim” hissi uyandırıyor.
Manavı geçip, meydandaki blok binanın altındaki kafe Kotti’nin merdivenlerinden çıkıyorum. Birkaç saat önce bıraktığım yerde, önünde bir şişe birayla, gözü dalmış şekilde oturuyor. “Uyanabilmişsiniz, iyi” diyorum. Gülümsüyor. “Ben hiç geç kalmam” diyor, “Sen de dört dakika erken geldin, güzel.” Almanya’ya hoş geldim!
Berlin-İstanbul karşılaştırması mı, niye ki?
Birol Ünel’in Berlin’ini görmek için mahallesindeyim. Burası da müdavimi olduğu bar. Koltukları, aynayı, sehpaları filan hep Ünel ve arkadaşları getirmiş. Burayı, deyim yerindeyse tırnaklarıyla kazıyarak yapmışlar. Barın solunda mekanın kurallarını hatırlatan bir manifesto asılı. Mealen: Irkçı, cinsiyetçi, homofobik davranış sergileyen bardan atılır!
Ünel kendisiyle ilgili tanımlamalar yapmaktan hoşlanmayan biri ama “Çok rahat bir şekilde antifaşistim derim” diyor. Bu konuda vukuatı da var. Zamanında bir grup Neonazi’ye, kendi ifadesiyle, dalmış. İşin ucu sınırdışı edilmesine kadar gitmiş ama arkadaşları yetkili mercilere “Bu adam sanatçıdır, şöyle iyidir, böyle tatlıdır” diye mektuplar yazarak işi çözmüş.
Biz çekimlere başlamadan önce sohbet ederken, Ünel’in arkadaşları “Gutenmorgın”larla masaya geliyor. Hepsini önceki geceden hatırlıyorum. “Yarın ne yaparız, ne ederiz”i konuşmak için gece buraya gelmiş, sonra laf lafı açınca çok geç saatte eve dönmüştüm. Şimdi, ben elimde koca bir bardak kahve, ağrı kesici için su isterken, onlar biralarını tazelettiriyor. Demek Berlin’de işler böyle yürüyor.
Ünel çok az konuşan biri. Sorun, yedi yaşındayken Mersin’de bıraktığı Türkçesi değil. Genel olarak konuşmayı sevmiyor. Sorularıma kısa ve net yanıtlar veriyor. Kaset “Hah, şimdi konuşacak” diye hevesle açıp 17 saniye sonra kapattığım kısa kısa kayıtlarla dolu. Birinde, Berlin’le İstanbul’u kıyaslamasını istemişim mesela. Cevabı net olmuş: “Niye ki?”
Bir ara, tütün sarmak için cebinden kağıt çıkarmaya çalışırken yere bir şey düşürüyor. Uzanıp alıyorum. Pasaportu! Ben bile turist halimle evde bırakmışım. “Niye yanınızda taşıyorsunuz bunu?” diyorum. Bir kargo bekliyormuş. Daha doğrusu bir senaryo metni. Hindistan ya da Mısır’dan. “Ya da” fluluğu tamamen ona ait. Adresini açıkça yazmayayım, posta “bilmemnestraße” yerine “bilmemnetor”a gitmiş. Şimdi mecburen pasaportu yanında taşıyormuş. Kargo şirketi her an arayıp çağırabilirmiş.
Herkes o uçağa binip gitti bir ben burada kaldım
“Siz Alman vatandaşı değil misiniz?” diyorum pasaportundaki gençlik fotoğrafına bakarken. Başvurmamış bile. Oturma izni almış yalnızca. Askerliğini yapmadığı için uzun yıllar Türkiye’ye girememiş. Duvara Karşı’nın çekimleri sırasında 10 bin lira ödeyip aftan yararlanmış. “Yoksa çekimlere gidemeyecektim” diyor. Türkiye’ye giremediği yıllarla ilgili üzüldüğü tek şey, babasının cenazesine katılamaması. “Babamı aldık, uçağa koyduk. Herkes geçti kapıdan, bir ben havaalanında kaldım. Gidemiyorum. Yok. Yasak. Ne yasak? Babam ölmüş, onu gömmem lazım, ama yasak. O gün Berlin’de bir tek ben kalmışım gibi hissettim. Herkes o uçağa binip gitti, bir ben burada kaldım.”
Gözlerinin böyle dolduğunu bir de oğlu Stanislav’dan söz ederken görmüştüm. Akşamki buluşmamıza onu da çağırmış, gelene kadar ha bire oğlundan söz etmiş, gözleri dolu dolu “Harika bir çocuk”demişti. Stanislav van Hoffs, 22 yaşında. O da Berlin’de yaşayan bir oyuncu. Annesi Hollandalı, Amsterdam’da yaşıyormuş, ressammış. Stanislav onu ziyarete nadiren gidiyormuş. Geçen yıl İstanbul’a gelip, buradaki tiyatrocularla tanışmış. Almanya’da Wut adlı bir televizyon filminde Aydın adlı bir karakteri canlandırmış. Türkisch für Anfänger adlı televizyon dizisinde oynamış. Tiyatroyu daha çok seviyormuş. Türkçe bilmiyormuş. Sadece birkaç kelime.
Stanislav’ın kız arkadaşı da bizimle. Ünel bir ara Stanislav’ın çok çapkın olduğundan söz edip, “Mesela bu kızı ilk kez görüyorum” diyor, “Oğlum hiç bana çekmemişsin” deyip gülüyor. Ünel çekingenmiş. Kadınlarla rahat konuşamazmış. Ayrıca sadıkmış. Aşka inanıyormuş. Eğer birini seviyorsa gözü başkasını görmezmiş. Sevdiği kadın için yemek pişirirmiş. “Her akşam burada oturur Öslem’i beklerim, o işten çıkar gelir, beni alır, eve gideriz” diyor. Öslem, Özlem yani, sevgilisi, bir restoranda çalışıyor.