Fotoğraf: 1961 yapımı Cehennemde İki Devre filminden.
1970’li yılların sonuna doğru tanıştım sokağa çıkma yasağıyla. Memleketin her yeri iç savaş durumuna benzer bir haldeyken, çatışmanın yoğun yaşandığı bazı yerlerde bu yasak uygulanıyordu. Bir işçi semti olan Eyüp de bunlardan biriydi. Valilik sabah 07.00’de açıklamasını yapar, okula gitmek üzere hazırlanmış olan çocuklar yataklarına geri dönerdi. 1980’de, hem bu tür nedenlerden, hem de nüfus sayımı ve darbe koşulları yüzünden epey bir ev hapsi yaşadık. Kolluk görevlileri sadece çocukların dolaşmasına göz yumuyordu. Sokaklar bir anda çocukların olmuştu. Okulun bahçesine yollanır, eğer yeterli çoğunluk oluşmuşsa çift kale maç, olmadı tek kale maç yapardık. Taraftarlarımız, canı sıkılan polisler, bekçiler ve askerlerdi. Bazı günler televizyon ya da radyodaki haberler ve açıklamalar sertleşir; aileler, çocukların dışarı çıkmasına izin vermezdi. Evimiz şanslı denebilecek bir yerdeydi. Zira arka bahçemiz, diğer komşuların bahçeleriyle bitişikti. İki kişi olduğumuz zaman penaltı çekişir, üç kişi olduğumuz zamanlarda ise, abilerimizden mi öğrendiğimizi yoksa bizim mi uydurduğumuzu hatırlamadığım ‘11 de aşşaa’ adlı oyunu oynardık. Bir kişi kaleye geçer, diğer iki kişi ayak tenisi gibi topu yere değdirmeden paslaşarak gol atmaya çalışır, atılan şut kaleci tarafından tutulursa, şutu atan kişi kaleye geçerdi. Oyunun başında 11 olan puanlar, gol yedikçe düşer, biri 0 olunca oyun biter, en fazla puanı olan kazanırdı.
1987 yılının mart ayında ise, İstanbul kara teslim oldu. Sömestr tatilinden yeni çıkmıştık ve okula bir türlü gidemiyorduk. Yine sabah saat 07.00’ de yapılan valilik açıklamaları, gün be gün tatili uzatıyordu. Yalnız, ablamın dersleri kaçırmak korkusu nedeniyle, birbirine çok yakın olan okullarımıza gitme girişimlerimizden hiç vazgeçmedik. Sabah saat 06.00’ da uyanıyor, yarım saat içinde otobüs durağında oluyorduk. Çünkü bu saati geçirirsek, balık istifi dolmuş olan otobüslere asla binemezdik. Otobüs yolda zar zor ilerliyor, kar tatilinin hiç uğramadığı işçileri ekmek teknelerine götürüyordu. Eminönü’nde ayrılıyorduk ablamla. O, Sultanahmet’ten geçen bir otobüse binmeye gidiyor, ben Cağaloğlu’na gitmek için Babıali Yokuşu’na doğru vuruyordum tabanvayları. Aslında onunla da gidebilirdim ama, sanıyorum o aralar pek anlaşamıyorduk. Maceralı tırmanıştan sonra okulun kapısına geldiğimde hep aynı manzara bekliyordu beni. Biz yoldayken okullar yine tatil olmuş, bekçiler kapıyı kilitlemiş, benim gibi toplu taşıma araçlarına binebilmek için erkenden yola çıkan arkadaşlarım beni bekliyorlar. Eve dönmek gibi bir şeyi aklımızdan geçirmiyorduk. Hemen kilitli kapıya tırmanıp üzerinden atlıyorduk. Binanın içinde şahane bir masa tenisi alanı var. Kaloriferler yanıyor ve bomboş okulda masaya talip kimse yok. Yorulana kadar oynuyor, bazılarımızın evden getirdikleri anne poğaçalarına yumuluyorduk. Biraz dinlendikten sonra, öğlene doğru Sultanahmet Parkı’na gidiyorduk. Okulda öğrendiğimiz yabancı dillerin pratiğini yapmak hoşumuza gidiyordu. Hoşumuza gidiyordu çünkü bunu futbol yoluyla yapıyorduk. Önce ‘11’den aşşaa’yla başlıyorduk. Abartılı sevinç çığlıkları atıyor, çok öfkeli bağırıyor, dikkat çekmek için elimizden geleni yapıyorduk. Oltaya gelen bir ya da en iyisi birkaç turist görürsek, topu yalandan o tarafa kaçırıyor, bize geri atmalarını istiyorduk. Eğer kurbanımız topu ayağıyla geri yollarsa, sanki Platini serbest vuruş kullanmış gibi tezahürat yapıyor, hemen aramıza maç yapmaya davet ediyorduk. O mart ayında, karla kaplı Sultanahmet Parkı’nda, 72 milleti yendik. En çok da İngilizleri. 84’deki 8=0’lık mağlubiyetin öcünü alıyorduk çünkü.
Konservatuvar bitti, yüksek lisans sınavında dolaplar döndü ve kendimi Malatya’da bir kışlada buldum. Hem de 28 Şubat darbesinin hemen sonrası. Çok canım sıkılıyordu. Dizi, reklam ve film piyasasında güzel bağlantılarım vardı. İşlerde ismim geçmeye başlamıştı ve teklifleri seçebilme noktasına doğru emin adımlarla ilerliyordum. Şimdi bu süreç sekteye uğrayacak, benim yerimi başkaları alacaktı. Kışlada kaldığımız binanın penceresinden İstanbul’a giden otobüslere bakıyor, depresyonun dibine vuruyordum. Bölük komutanı yetişti imdadıma. Asfalt içtima alanındaki kıran kırana voleybol maçlarında oynattı. Sonra kışlalar arası basketbol turnuvasına katılan takıma soktu. Bu arada, futbol hastası uzman çavuşa tembih etmiş. Neredeyse her gün, kışlanın toprak sahasında oynanan futbol maçlarında ilk 11’deyim. Sol ayağımla yaptığım ortalar ve kullandığım duran toplarda hep onu görüyorum. Her maç en az üç asistim var. Uzman çok mutlu. Açıkçası artık ben de. Futbol sayesinde nerede olduğumu, ne yaptığımı, İstanbul’u, her şeyi unutuyorum. Terhis zamanı geldiğinde, belki iyi bir asker değil ama, zımba gibi bir sporcu olarak çıkıyorum kışladan.
Teşvikiye’deki tezgah sayesinde kolejli kızların acayip ilgisini çekiyordum. Biriyle manita olduk. O zamanlar düzenli bir evim olmadığı için, garip yerlerde buluşup sevişiyorduk. Bir gün, Büyükada’da babasının bir evi olduğunu, hafta sonu oraya gidebileceğimizi söyledi. Adam bir seyahate gidecekmiş, bizimkinde de anahtar varmış. Cuma öğleden sonra gittik. Pazar akşamına kadar kalacağız. Çok güzel bir ev, çok güzel şarap, çok güzel kadın. Odasında tam ısınmışken konuya, giriş kapısının kilidine giren ve kilidin içinde acımasızca dönen anahtarın uğursuz sesini duyduk. ‘Eyvah, babam geldi!’ Ben hemen yatağın altına tabii. Pazar öğleden sonra gitti adam. Gidene kadar da hiç çıkmadı evden. Ben de yatağın altından. Nefes bile almıyordum. Sadece geceleri manitamla uyurken ve gizli saklı getirdiği yemekleri yerken çıkıyordum daracık hücremden. Pazar akşamı vapuruyla döndük İstanbul’a. Gece halı saha maçım vardı, esir edilmiş sevişmeleri düşünüp intikam alır gibi oynadım, tam yedi gol attım.
Gümüşlükspor’da yöneticiyim. Sezona şampiyonluk, hatta bir üst lig parolasıyla başladık. Takımımızı ona göre kurduk ve hocamızın önderliğinde başarılı bir sezonun sonuna geliyorduk. Önce içerideki maça seyircisiz oynama talimatı geldi. Amatör liglerde bu biraz zor. Çünkü dört tarafı çevrili statlarımız yok. 80 kişi alan tribünümüz boştu ama, sahanın etrafı seyirci doluydu. Maçı aldık ve rakiplerimizin oynadığı maçların skorlarına göre, önümüzdeki maçı aldığımız takdirde, iki hafta kala şampiyonluğumuzu ilan etme şansını yakaladık. Bu maçı da alıp Muğla’nın en iyi takımı olacak, sonrasında Ege bölgesi grubuna yükselmek için play off/ play out maçına hazırlanacaktık. Liglerin ertelendiği haberi geldi. Ne yapacağımızı şaşırdık. Takımı yeniden toplanmak üzere dağıtmaya karar verdik. Bu zor zamanda ailelerinin yanında olmaları gerektiğini düşündük. Virüs planlarımızı alt üst etti. Olsun, yeni bir plan yapma fırsatı yakaladık böylece. Şimdi evdeyim. Daha önce buna benzer ağır bir hastalık geçirdiğim için risk grubundayım ve dışarı çıkmıyorum. Yalnız değilim ama. Filmler, kitaplar, sırada yazılmayı bekleyen hikâyelerim var. Bir de eski bir dostumu çağırdım, onunla vakit geçiriyorum çoklukla. Tanırsınız. Championship Manager 2001/2002 sezonu. Nottingham Forest’la kazanacak kupalarım var…
Cehennemde İki Devre Yönetmen: Zoltán Fábri 1961 Macaristan Bir esir kampındaki Macar esirler, Nazi’lere karşı maça çıkar. Zafere kaçış Yönetmen: John Houston 1981 ABD Macar filminin uyarlaması. Baş rollerde Sylvester Stallone, Michael Caine var. Filmde ayrıca Pele, Ardiles ve Bobby Moore da oynuyor.