Çok iddialı bir başlangıç yapacağım: Bence şu an yayında olan, devam eden en iyi dizi Succession. Sen ne düşünüyorsun?
Benim de izlediklerim arasında devam eden en iyi dizi. İzlemediğim diziler var tabii ki. Çer çöp dizilerle artık çok zihnimi bulandırmıyorum, pandemide onu çok yaptım ama artık seçerek dizi izliyorum. Bir sanat eseri Succession, üzerine okunacak düşünecek çok şeyi var.
Bu diziyi onuştuğum herkese gözüm kapalı önerebiliyorum.
Ben de yüzde yüz gözüm kapalı öneriyorum, hatta çok beğeneceğini düşündüğüm insanlara ısrar ediyorum. İlk üç bölümünü anlamazsanız, kafanız karışırsa çok önemli değil. İlk üç bölümdeki olay örgüsünü, karakterleri tanıyamamak bence bilinçli bir reji ve senaryo tercihi.
Senaryonun sonradan açılmasına fırsat veren bir girişi var Succession’ın. Gerçi beğendiğim, sonradan çok severek izlediğim dizilerin ilk üç bölümü genelde zor izlenen bölümler oluyor. Mesela Peaky Blinders, Breaking Bad ve Game of Thrones da öyleydi.
Succession’a da başlayacak olanlara mutlaka ilk üç bölümde “anlamıyorum, kafam karıştı, ne oluyor?” deyip de bırakmamalarını söylemeliyiz.
Saydığın diziler artık bir kült mertebesinde. Çok planlı, önden çalışılmış oldukları için sindire sindire birkaç bölümde o kadar bir hikaye anlatıp birinci sezonun finalinde uçan, sonra ikinci ve üçüncü sezonda daha da büyüyen hikayeler bunlar. Succession da onlardan biri gibi geliyor bana.
Senaryosu çok üst düzey bence Succession’ın. Kesinlikle yayınlanırken bu kült işler arasına girmiş bir dizi. Aslında diziye başlamadan önce bir baktığında ekibini çok bilmiyorsun, heyecanlanamayabilirsin.
Belki Bryan Cox’u bilirsin, ama ben açıkçası diğer oyuncuları çok bilmiyordum. Ama her biri inanılmaz oyuncular, inanılmaz bir kadro yaratmışlar. Senaryo da bunu tam destekliyor.
Bence yapımcıların da ünlülerden oluşan bir ekip yaratmaması çok iyi bir fikir. Su an ünlüler tabii ki ama ben başlamadan öncesinden bahsediyorum. Dolayısıyla bence yayınlanırken kült olan bir dizi yani Succession.
Müzikler ayrı bir olay, karakterler ayrı, senaryo ayrı… Bestecimiz Nicholas Britter, Roy ailesini hangi müzik türüyle ben yan yana getirebilirim diye düşünmüş. Mesela dizinin açılış sahnesi çok etkileyici. Hatırlarsın Kendall arabada, kulağında kulaklıkları var ve arabanın arka koltuğunda bir toplantıya giderken hip-hop dinliyor. Dans ediyor, şarkı söylüyor, koltuğu yumrukluyor. Ordan hip-hop beatlerini almış. Roy ailesinin sürdüğü afilli hayatı da klasik müzikle eşlemiş ve ikisini karıştırıp ortaya acayip birşey çıkarmış.
Burada dizi müziğiyle ilgili enteresan bir detay var: bu piyano kısmını akorsuz piyanoyla çalıyor. Bir de jenerik müziğindeki ritmin bir adı var, 808. O çok vurucu ve çok akılda kalan bir ritim, böylece hip-hop alakasını aslında öyle bir yerden kurup sonra akorsuz piyanoyla aslında ailenin çarpık ilişkilerini de anlatabilecek bir müzik yaratıyor.
17 Ekim’de yeni sezon geliyor, ne hissediyorsun?
Çok heyecanla bekliyorum tabii ki. Bu benim çok az yaptığım bir şeydir. Game of Thrones’da, Breaking Bad’de yapmadım ama Succession’ı iki üç kere izledim. Bir drama dizisinde tekrar izlemek çok yapmadığın bir şeydir (Mad Men’e yapmışımdır bir de.).
Valla bu aileyi özlüyorum, yani bu aileyi özlemek diye birşey var ve bu diziyi izleyenlerin çoğunda da aynı his olduğunu hissediyorum. Aslında karakterlerin hiçbirini tam olarak sevmiyorum ama hepsini çok seviyorum. Bu da aslında böyle bir aile ilişkisi kurdurduğu anlamına geliyor. Biz de sanki o ailedenmişiz, o zorunlu ilişkinin bir tarafı gibi hissediyoruz.
Bunun haricinde dizinin dramasının bu kadar sağlam olmasının nedeninin aslında bir Kral Lear matematiği üzerine oturmuş olmasından da bahsetmek gerekiyor bence. Bunu çok dikkatli izleyen insanların, yani Kral Lear’a da aşağı yukarı hakim olan insanların fark edeceğini düşünüyorum.
Nereden yakalıyor sence?
Kral Lear, kralın üç evladı arasında malını mülkünü paylaştırması üzerine Shakespeare’in bir trajedisi. Burada da süper zengin bir aile var, dramatik olarak Kral Lear’la paralelliği var. Dramatik olarak hikayelendirilme şeklinin Kral Lear’a benzediğini düşünüyorum, hatta oyuncular da bence Kral Lear’ı çalışmış gibi oynuyor.
Sen hiçbirini aslında tam olarak sevmiyorum dedin. “Love to hate” dedikleri bir kavram var. Belki sevmemekten zevk alma hali diye Türkçe'ye çevirebiliriz. Sanki bütün karakterlerde bu durum var, ne dersin?
Ben karakterleri seviyorum ama aynı zamanda da aslında hiçbiri sevimli ya da sevimsiz karakterler değiller. Muhteşem bir karakter yaratımı demek bu. Nefret ettiğimi söyleyemem, “love to hate” doğru bir tabir bence bu dizi için ama ben tam olarak hissimi böyle açıklamıyorum.
Biraz üzerine düşündüğümde, dizinin tonu kritik gibi geliyor. Sanki diğer işlerden onu ayıran şey tonu.
Dizinin yaratıcısı Jesse Armstrong, dizinin tonunun tam olarak tanımlanamayan gizemli şeylerden biri olduğunu söylüyor. Aslında komedi ve ironi arasında bir denge, bir görsel ton yaratılmış. Açıklanamayan tonu kendimce kahkahayla gözyaşı arasında çok hızlı geçişler yapabilme olarak açıklayabiliyorum.
Ben kara komedi olduğunu düşünüyorum Succession’ın. Tonunu da biraz bu türün belirlediğini düşünüyorum ama tabii ki draması yoğun bir kara komedi.
Tonunun gizemli olması bu işin harikalarından biri. Succesion’ı çok seven arkadaşlarımdan eğer bu bir kara komediyse bayıldım, eğer bu bir dramaysa iğrenç tarzı yorumlar duydum. Bu tamamen kendi tonunu, tarzını, tavrını yaratmış bir dizi. o yüzden de bunu hiçbir şeye benzetemeyiz.
Dizide kullandıkları bir kamera tekniği var (“zoom puff”). Dizinin birçok sahnesinde, özellikle kalabalık sahnelerde birçok kamera varmış ve yönetmenler aslında oyun verse de vermese de kameralar istediği her oyuncuya odaklanabiliyormuş.
“Kestik” denene kadar hangi oyuncu hangi kameraya baktığını bilmiyor. Kamerada olmayı beklemiyorsun ama yine de senin bir görüntünü kullanabiliyorlar. O yüzden hep bir doğaçlamadasın. Yönetmen Mark Mylod da bu durumu “oyuncuların ruhuna açılan bir pencere” olarak açıklamış.
Bu oyuncu için sürekli anda olmak ve bir tiyatroda gibi sürekli o anı oyun kişisi olarak oynamak demek aslında. Bu kadar organik olmasının ve herkesin sürekli anda kalmasının çok önemli bir etkeni bence bu teknik. “Mockumentary” gibi de oluyor, o odada gibi hissediyorsun, herkesi her an görebilirim hissi oluyor.
Döne döne izlediğin sahneler var mı?
Birinci sezon finali. Tom ve Greg’in zengin bir restoranda yemek yedikleri sahne de çok komikti, güzel bir sahneydi.
Çok fazla sahne var, mesela Kendall’ın o kızla helikopter çalma girişiminde bulunması, o sahne çok güzel. Kendall’ın babasıyla birçok sahnesi çok sert ve çok güzel. Ben ne izliyorum şu an diyorsun kendine. Bir de Kendall’ın Long Island’dan dönmeye çalıştığı, tünelde trafikte kaldığı ve toplantıyı ekemediği sahne.
Favori karakterin kim?
Tom.
Kendall.
Ben Kendall’ı çok seviyorum, Tom’u da çok seviyorum. Tom inanılmaz komik geliyor bana bence o adam harika oynuyor, keyifle izliyorum. Ben aslında hepsini seviyorum, çok başarılı bir grup tek tek ayıramayacağım. Ama Kendall ve Tom biraz daha önde.
Peki yeni sezondan ne bekliyorsun? Çılgın, yeni üyelerimiz var.
Valla heyecanlıyım. Ben bu dizi ile ilgili şu olur diyemem, hep ters köşe şeyler oluyor. Bunu demek de istemiyorum böyle keyfim yerinde. Kadro çok heyecan verici ama Adrian Brody mesela Peaky Blinders’ın da bir sezonuna geliyor. Ben orada ona bayılmadım, ki onu çok severim. Aynı hayal kırıklığını yaşamaktan bir tık korkuyorum çünkü ben bu kadroyu çok seviyorum. Birkaç ünlüye çok gerek var mı bilmiyorum.
GQ BINGE CLUB PODCAST'in bir diğer bölümünde Esra Ruşan'la THE HANDMAIDS'S TALE'i konuşuyoruz.