Levent: Evet, Bige Hanım… Sizi görmenin mutluluğunu bize yaşattığınız için medyun-u şükranız!
Bige: Ne diyeyim ben bu laflara şimdi ya, ne kadar güzel konuşuyorsun. Harikasın.
L: Benim, seni ne kadar eski tanıdığımdan başlamalı belki de. Hep beraber büyüdük. Bizim yanımızda küçük, bebecik.
B: O kadar da abartma.
Yalçın Yalın, Bige Yalın, Suna Yalın
L: Yavrum, sen daha 30 oldun mu?
B: Yok olmadım daha. Sen babamla tanışmış mıydın hiç Levent?
L: Bin yıl önce.
B: Babam ve arkadaşlarının izlerinden gittim ben, Fatoş’tan1 daha farklı olarak. Onlar Edip Cansever, Turgut Uyar, Tomris (Uyar) hep beraber şadırvanda rakı içerlerdi. Ben de okulu kırıp yanlarına giderdim. Ondan sonra, işte, Alev Ebüzziyalar, Mehmet Ulusoylar2… Akşam sokağa çıkacağız, kulübe gideceğiz. Çok küçük başladım. Mehmet ve Alev beraber bize gelecek diye hiçbir yere gitmezdim, onlarla evde otururdum.
Metin Serezli, Nisa Serezli, Semine, Handan Vukovic, Yalçın Yalın
L: 1980 öncesini söylüyorsun şu an...
B: Tabii tabii. Ben daha yokum o zaman sana göre.
L: Allah başka dert keder vermesin.
Yalçın Yalın, Bige Yalın
B: Vermesin, amin! O sırada elimde küçük bir makineyle, gittiğimiz partileri çekiyoruz. Fatoş da daha Marie Claire’e yeni girmiş o zaman. O kadar güzel oluyor ki fotoğraflar; çünkü herkesle arkadaşız. Bugün ‘selfie’ denen o pozları yapıyoruz falan. “Bunlar boşa gitmesin, bir yerde kullanalım” dedi Fatoş ve ilk, Marie Claire’in arka sayfalarında yayınlanmaya başladı.
Kamil Şükun’u3 gördüm bir gün, çok severdim Kamil Abi’yi, aile dostumuzdur. Beni durdurdu, “Sen bu fotoğrafların değerini biliyor musun” dedi. Ben de o zamanlar Interview4 dergisinin arkasındaki parti fotoğraflarını falan takip ediyorum, böyle imrenerek bakıyorum. Ama benim yaptığımın öyle bir şey olduğunun farkında değilim. Kamil Şükun ‘Ben böyle bir şey görmedim hayatımda” demez mi? Oradan eve nasıl geldim hatırlamıyorum; yürüyerek mi geldim, uçtum da mı geldim? Çok sevinmiştim. Şımarmıştım yani, şımarayım mı hâlâ?
L: Fazlasıyla hak ediyorsun, sapık! Asıl şunu konuşmalı: Bizde bilgi, belge hep siyaset veya çok renkli şeyler üzerinden yapılır. Senin yaptığı iş çok renkli şeyler üzerinden değil. Çok bilinen, sığ, en küçük ortak payda malzemeleri de değil. Benim “sığ, ortak payda malzemesi” dediğim, “popüler olan her şey sığdır” demeye gayret ediyorum. Sadece bir basit eğlence olarak almıyorum. Öbürlerinden çok var, bir türlü bulunuyor. Benim için, “Bige” dediğim insan, popüler hayatın içinde olup, popüler olmayan şeylerle uğraştı. En değerli tarafı budur. Çünkü popülerin sığlığı var. Halbuki o tabii ki popüler hayatın içiydi ama yaptığı iş, çabuk tüketilen bir iş değil. Zaten sana Kamil Şükun gibi acayip bir adam tarafından “Yediğin bokun farkında mısın?” gibi bir şeyler söylenmesinin sebebi de o. Yani gerçekten, pek o amaçla başlamamış dahi de olsa çok farklı bir belgeye sahip oldu.
Ara Güler
Burada asıl konuşmamız gereken bir konu daha var: Modern zamanların fotoğraf çekme ve çektirme merakı… İnsan hayatında bu işler hep olumsuzluk için yapılmış, yani hep bir tür ‘ölümsüzlük aracı’. Önce duvara çizmişsin, sonra çamurdan heykel yapmışsın, sonra taştan heykel yapmışsın. Piramitler yapmışsın, mezarlar, lahitler yapmışsın taşlardan. Zaman içinde kalıcı boyaları bulmuşsun, o zaman hayvanı tablolar yapmışsın ki herifi ölüme kadar tutabilsin diye. İşte ta 20’nci yüzyılla beraber fotoğraf başlamış. Sonra her yere fotoğraf koymuşsun. Bunların hepsi aslında bir olumsuzluk arayışı... Bir ölümden sonra insanları yaşatabilme arayışı… İnsanların özellikle çocukları, bebekleri olduğunda sürekli fotoğraf çekmesinin sebebi ne? Çünkü zaman kaybolur. Bir hafta önceki çocuk bir hafta sonra büyür. Sürekli çekmek zorunda kalırsın.
Gökhan Özoğuz
Şimdi, bu olumsuzluk yarışı var iken bir anda her şeyin ‘âna’ sıkıştırılması, yani 24 saate tıkıştırılması... Dolayısıyla bir story olması ve ertesi gün kaybolması... Hep söylerim: ‘Güncellemek’ aptal bir laf, 24 saat çok uzun, ben birisinin story’sine baktığımda 12-15 saat önce koymuşsa “Boşver bunu, bu eski” diyorum. Beş-altı saat öncesine bakıyorum. ‘Ölümsüzlük’ için yapılmış bir şeyken, beş-altı saat içinde eskiyen bir şeye dönüşmüş durumda. Çünkü an o kadar güçlü ki, ânın çok güçlü olmasının sebebi de o an içinde yapılabilecek çok fazla şey var. Aynı anda şurada oturup, birbirimizle konuşuyorsak en az 15 tane şeyi yapmaktan vazgeçtik demektir. Dolayısıyla âna bu kadar çok şey sığdırınca o an içinde yapabileceğin şeylerin sayısı azalıyor ve kendi içinde bir hiyerarşi ve önceliklendirme yapıyorsun. Geçmişe ve geleceğe dair duyguların azalıyor, çünkü geçmişten sakladığın bir şeye bakabilecek vaktin yok ki. Zaten şu ana yetişmek için dilin dışarıda mal gibi koşuyorsun, geleceği de fazla planlamıyorsun zaten geleceğin içinde yaşıyorsun. Bu pek alışılmamış bir şey. Halbuki bu işin aslı, tamamıyla geçmişle gelecek arasında köprü olacak. Alıp, bakacaksın “Aaa bu kimdi ya, neydi bu çocuğun adı, nerede içmiştik lan” diyeceksin. Fakat yok böyle bir şey. Dolayısıyla ‘belge’ dediğimiz şeyin ne olduğu dahi tartışılır oldu. Hatta iş ‘big data’ya bilmem nereye indirildikten sonra artık hiçbir belgenin olmadığı ve bir başka şehadetin karşılığıdır bence senin yaptığın.
Aliye Simavi, Ömer Koç
B: Çok kıskanıyorum bu kadar akıcı ve bu kadar güzel konuşmanı.
L: Olur mu canım sabahtan beri çalışıyorum aman sorarlar diye. Hatta bilgisayarın altından okuyorum. Senin şehadetin bir dönem şehadeti değil, bir dönemin kıyısının şehadeti Allah’tan. Sahildekiler bir karışta anca boyda yüzerlerken, Bige maşallah lacivert sularda... Çünkü “bir dönem şehadeti” dediğiniz zaman, plajda, kıyıda suları anlatıyor herkes. Dize kadar sudan da bir şeyler olabilir elbet; derine gitmek için de dize kadar sudan geçildi sonuçta..
Bunları konuşurken ‘aristokrasi’ sözcüğünü de çok dikkatli kullanmak gerekir İstanbul çukurunda. Az önce adı geçen insanların bir kısmı aristokrasiden gelir ama İstanbul'da hiçbir zaman aristokrasi olmadı aslında. Çok çok az vardı, bunlar da daima ve daima gayrimüslimdir. 6-7 Eylül’de kovalandılar; biz, çocuklarıyla arkadaş kaldık ama onlar da kaçtı sonra. O yüzden ‘kültürel elitleri’ veya ‘elitleri’ demeyi tercih ederim. ‘Elit’ lafının en azından erkten gelmeyen, daha başka bir kültüre dayalı bir temeli var. Onun için ‘İstanbul elitleri’ diyebiliriz, hatta bir parasal elitten çok entelektüel elitlerden bahsediyoruz burada. ‘Mehmet Ulusoy’ dediğin adam bir başka iş yapsa çok daha zengin olabilirdi. ‘Alev Ebüzziya’ dediğin kadın benim için kesinlikle ve kesinlikle dünya çapındadır yani tartışmasız. Çok geç dünya çapında oldu, o da ona inananlar sayesinde oldu, kendisi uğraşmadı. Bige’nin insanları da benim için elitler, kültürel elitler. Hiçbir zaman savaş zenginlerinin çocukları, makine bayilerinin sahipleri değil. Onlar hiçbir zaman için ne o masadaydılar, ne o yemekleri yediler ne de bilmem ne... Bana sorarsan tam tabiri ile kentli elitten bahsediyoruz. Yani göçten daha az etkilenmiş, İstanbul dışından olsa bile yine bir kültürel elitten gelen insanlar ki senin hayatın da onların içinde geçti. Türkiye’nin bir sosyal-siyasal değerler ‘roller coaster’ı var, senin gibi enayiler bu ‘roller coaster’da düz çizgideki insanlarla beraberdir. Bu insanların daha doğrusal bir yaklaşımı vardır. Benim için Bige Yalın zaten bu oynamanın içinde bugün de korunabilmiş düzlüğün temsilcisi. Yani oynamalar ne olursa olsun, bu oynamaların gereğini yapan ama oynamalara uymayan insandır benim için.
Fotoğrafsa bir araçtır orada. O zaman imkânın olsaydı, çenenle de anlatabilirdin. İmkân yoktu, o zamanki basın ona uygun değildi. Yok ulan işte, Urfa’da Oxford vardı da kızcağız okumadı mı?
B: Ne kadar güzel konuşuyorsun benim için.
L: Sabahleyin gönderdiğin hediyeleri aldım, sağ ol!
B: Hani fotoğraf çekerken böylesin ya (elinde bir kamera varmış gibi elini gözünün önüne yerleştirir) ve hep kamera arkasındasın ya, ben hep orada çok güzel sakladığımı hissettim kendimi. Ben hep kendi dünyamdaydım. Yani bir gece önce Mehmet Baydur’un5 babama düdüklü tencerede bamya anlatması heyecan içinde... Ben bilmem ne partisini çekerken yine kendi dünyamda, Mehmet Baydur’un düdüklü tenceredeki bamyasını hayal ederdim o heyecan içinde. Mehmet Baydur’un oğlu Yunus doğmuş; babam, Edip Cansever ve Mehmet Baydur aralarında mektuplaşıyor. Ben o mektubu okuyup, çekime geç kaldığımda, fotoğraf çekerken hâlâ o satırların içinde yüzüyordum. Bilmem kimi çok güzel çekmeye uğraşmadım hiçbir zaman. Ama kendi içimde o kadar keyifli, mutlu ve bambaşka bir alemdeydim ki onlar güzel çıktılar. Beslenme şekli, bir sürüsünde hiç olmayan şeyi gösteriyor. Orayı yaşıyorum ben. Yani orada ne çaldığını biliyorum, ‘Ankara’nın Bağları’nda halay çekildiğini görüyorum. Gelip bilgisayarda fotoğrafları editlerken bambaşka bir şey görüyorum. Hani ben nasıl çekerken kendi hayal dünyamda çekiyorsam, kendi hayal dünyam gibi görüyorum fotoğrafları bilgisayarda. Tüm çekimlere ilk defa sahneye çıkan assolist heyecanıyla gittim. Hâlâ da öyle. Hâlâ toplantılara giderken karnım ağrıyor heyecandan.
L: Maalesef benim de. Bok var sanki…
B: Değil mi? Hepsine çok heyecanlandım. Hepsine... Gidip, böyle üç-beş tane güzel kare görmeden içim rahat etmedi hiçbir zaman. Dört-beş tane güzel kare görünce o iş zaten kendiliğinden güzel gidiyor zaten.
L: ‘Bige’nin mahalleleri’ diye bir durum da var bence. Mesela ben seni hiçbir zaman karşıda düşünemedim. Benim için Bige karşıda yok.
B: Herkesin İstanbul haritası başka tabii. Benim için İstanbul, Kapalıçarşı’yla başlar. İlkokul zamanlarımda, mesela, babam beni Kapalıçarşı’ya ve Mısır Çarşısı’ndan lakerda almaya götürürdü. Orada adam lakerdayı keserken, saat kaç olursa olsun bir çay bardağına rakı konulur, rakı içilir. Bu, ‘gece hayatı’ dediğin şeyin başı ve tatları oralardan başlar.
L: ‘Gece hayatı’ lafı, genelde kullanılan şekliyle, sığ bir hayattır. Bu dediğin ise gerçekten gece geçen bir hayat ama gece hayatı değil o. Gece geçen bir hayat.
B: Evet. Haftanın üç günü Kapalıçarşı’ya giderdik. Bazen hiçbir şey almazdık, oradaki kilimciyle oturulur, aşağı yürünür, lakerdacıya gidilir, üç parça lakerda alınır, çay bardağında rakı içilir. Adam lakerdanın siyah tarafını keser, bıçağın ucuyla atar, kedi havada yakalar filan... Sonra evet, kulüplere gitmeye başlayarak başka bir İstanbul ile de tanıştım ama esas hayat, o babayla geçen İstanbul’dur benim için. Babam öldükten sonra bize yazdığı mektupları bulduk. Birinde, “İstanbullu olmak çok zordur” diyor. “Tarihi yarımadaları, sokakları çalışacaksınız. Bunları bilmeden İstanbullu olunmaz” diye yazmış bir mektubunda.
Uğur Yücel
Ben kimleri çekiyorum biliyor musun? Babamın yanında büyüdüğüm Kapalıçarşı'da, geçenlerde bir kadınla karşılaşıyorum. “Davetlerden tanıdığım bir yüz” diyelim. “Ayy” diyor kadın, “Ayy buralar ne güzel değil mi? Hindistan gibi!” diyor. Hayatında ilk defa gitmiş Kapalıçarşı’ya. İşte, o kadınları güzel çekiyorum.
L: Senin teslim edilmemiş fotoğraflarını merak ediyorum, bir seri de onlardan yapsan keşke... Bunu teslim edersem beni “şaaparlar” dediğin fotoğraflarda başlı başına bir hikaye var bence.
B: Onları, sana ve Ali Tufan’a bırakayım bence. Ben ölürsem hepinizden önce, onu siz yapın. Şifreli bir dosya bırakayım. Tabii şimdi 10-15 sene öncesinin insanlarını görmüyorum, çekmiyorum artık. Yine de aynı heyecanla çekiyorum. Bu benimle ilgili bir şey. Tanıdığım tanımadığım, herkesi güzel çıkartmak istiyorum. Asıl, ne değişti biliyor musun? Eskiden, herkes elinde içki bardağıyla, en doğal ve o anlık haliyle fotoğraflanmaya bayılırdı. Şimdi, önce “Bir dakika!” deyip bardağını yana bırakıyor, kendine çeki düzen veriyor ve benim bütün havam bozuluyor orada. Kimse içkili görünmek istemiyor.
Ezgi Mola, Serenay Sarıkaya
L: İstanbul gece hayatının değişimi açısından kentin kayışlarını incelemek çok ilginçtir. Ben çocukken Galatasaray’dan aşağısı batakhaneydi. Akşam hava karardıktan sonra geçemezsin. Orada bir gece hayatı vardır. Çin Pavyon, Elize pavyon, bu pavyon... Hepsi de pavyondur. Bugünün çok modern ve beğenilen diskotekleri oldu oralar. Ondan sonra, Galatasaray’dan Taksim’e kadar uzanan yerler meşhur oldu. Bugün tekrar Taksim’den Tünel’e kadar olan meşhur oldu. Şimdi hepsi birden gittiler; bu sefer daha Cihangir’e, bilmem nereye kaydı. Yani bu kadar dar bir alanda bu kadar kayış, her bir şeyin değişmesi… Yani bu kadar kısa zaman içinde, 15-20 yıl içinde, bir şehrin 250’şer metre aralıkla yanıp sönmesi çok ilginç bir hikâyedir. En acayibi budur. Daha da acayip bir hikâyeyle bağlayalım: Tam bir Galatasaray hikâyesidir bu.
Nisan 1970 ve Kasım 1971’de Dârülbedayi yanar. Dârülbedayi’nin yandığı yer bugünkü TRT binasıdır. İstanbul’da olabilecek en kötü şey. Kallavi Sokak’ı biliyorsunuz. Kallavi Sokak’ın ucu bir yay yapar, dolayısıyla ucu görünmez. Şimdi Dârülbedayi yandığında bir anda ucu açılır Kallavi Sokak’ın. Beyoğlu tarafından baktığında 23-25 Nisan ile 5 -7 Mayıs arası güneş saat 18.30’da batar. Güneş batarken kıpkırmızı bir top olur ve Beyoğlu’ndan baktığında kırmızı top haline geldiğinde, karşıdaki binanın eski çamaşırlık odası kirden simsiyah olduğundan ayna vazifesi görür. Kallavi Sokak’ı ışık almaz ama o güneş ışıklarından Kallavi Sokak’ta yerler kıpkırmızı olur. Dümdüz kıpkırmızıdır Beyoğlu'nun çizgisine kadar. Biz okuldan çıkıp oraya diziliriz saat 18.25’te. Kıpkırmızıdır orası. 18.30’da St. Antoine’ın canları çalmaya başlar. Beş dakika boyunca çalar. Çanlar çalarken güneş battığı için kırmızı gider gider ve çan bittiğinde kırmızı yok olur. Beyoğlu’nun müziğiyle beraber sokağın aydınlanması ve kalkması vardır. Ben beş sene boyunca bunu seyretmeye gittim. Şimdi şehirle öyle sevişmeye başladığında, şehir sana göstermeye başlar. Kimse kafayı kaldırıp bakmaz. Onun için şehirle sevişmek iyidir. Bana şehri anlattırma, çok acayip şeyler anlatırım. Sen şehri seversen o da seni sevmeye başlar. Sen okşadıkça o da seni okşar, öptükçe öper. Bir ilişkidir şehir. Oturur sevişirsin. Sevişmeyi bilmiyorsan orospu muhabbeti, verirsin parasını, yemeğini yer, s*ktirir gidersin. Şehirle orospu muhabbeti yapılmaz, oturur aşk yaşanır.
B: Bundan sonra artık bir şey söylenmez.
Derin Mermerci Ece Sükan Elisabeth Mas Menderes Utku Ülke Duru, İştar Gökseven Vitali Hakko
Dipnot:
1 Fatoş Yalın: Türkiye’de bir dergi künyesinde ‘moda editörü’ olarak yer alan ilk isim. 24 yıl Marie Claire dergisini yönettikten sonra kendi butiği FEY’i açtı. Bige Yalın’ın ablası.
2 Mehmet Ulusoy:(1942-2005) Yönetmen ve oyuncu. Yıldız Kenter’in öğrencisi oldu, Muhsin Ertuğrul ile çalıştı. 1963’te hayatını Avrupa’ya taşıdı. 1971’de Paris’e yerleşip, ölümüne kadar tiyatro hayatına orada devam etti.
3 Kâmil Şükun: (1948 - 2005)Vizonshow ve İstanbul Resitalleri'nin kurucusu, moda yayıncısı ve müzik organizatörü. Türkiye'nin ilk erkek dergisi ‘Adam’ın ve moda dergisi ‘Vizon’un mimarı.
4 Interview:1969’da sanatçı Andy Warhol tarafından kurulan, ikonik kapaklarıyla ünlü popüler kültür dergisi.
5 Memet Baydur:(1951-2001) Oyun ve öykü yazarı.
Bu yazı Sonbahar 2020 sayısında yayınlanmıştır.