Cape Town'da Büyük Beyazla Randevu
Dergi Konuları

Cape Town'da Büyük Beyazla Randevu

Bir gün Cape Town açıklarında bir tekneden sarkıtılan kafesin içerisinde köpekbalıklarını bekliyordum ki...

Adrenalin, ya da Organize İşler’deki deyişiyle “ardinal” kimimiz için yüksek bir binanın tepesinden aşağıya bakmak kadar basit bir olayla hayat bulurken, kimilerimiz içinse bir tık daha uç durumlarda ortaya çıkabiliyor. Bu, hayat tarzınız ya da mesleğinizle de çok ilintili bir şey değil aslında. Tamamen yapı meselesi. Motosiklet kullanıcılarının oldukça haşır neşir olduğu bu hormonun belirleyici özelliklerinden biri de her zaman biraz daha fazlasının isteniyor oluşu. Çok arsız bir hormon, önce gözünüze hoş görünüyor, baktı ki siz de ona karşı boş değilsiniz hemen bir adım ötede buluşmayı teklif ediyor. İtiraf etmeliyim ki ben de bu tuzağa zaman zaman düşenlerdenim.

Bir örnekle anlatmak isterim. Sene 2015, dostum ve bu maceradaki kurbanım Yalın Manço ile altı günlük Garden Route için Cape Town’a gittik. Senelerdir orada yaşayan Sarper Sesli’nin misafiri olarak altımızda BMW R 1200 GS’ler ile belki de dünyada görüp görülebilecek en heyecanlı virajları geçeceğiz. Gelin görün ki biz uçakta bambaşka yaramazlıklar planlamışız, ikinci gün kafes ile köpekbalığı dalışını nasıl araya sıkıştırırız, onu düşünüyorduk. Beş metrelik büyük beyazları teknenin yanından sarkıtılan bir kafesin içinden, birkaç metreden yemek yerken izlemeyi, mümkünse dürtmeyi planlıyorduk. Neyse ki Sarper’i ikna etmek hiç zor olmuyor ve hayatımızın “the adrenalin” anına geri saymaya başlamakta gecikmiyoruz.

Önümüzde, her birinde farklı bir yerde uyanacağımız altı gün vardı. Her ne kadar otantik de olsa şehir havasından bir an önce çıkıp kendimizi Afrika doğasına bırakmak üzere yola koyulduk. İlk durağımız Western Cape. “Buraya kadar gelmişken Afrika’nın en ucu diye tanınan Ümit Burnu’nu pas mı geçeceğiz?” sorusuna Sarper’den cevap jet hızıyla geldi. Ümit Burnu Cape Yarımadası’nın en güney ucuymuş, yani Bartolomeu Dias’ın 1488 yılında yaptığı bir kelime cambazlığının yükünü yıllarca bizler taşımışız. Gerçek kahraman Cape Agulhas’ın da güzergahımızda olduğunu duyunca, bu seyahat boyunca ilkokuldan kalan tüm bilgilerimizi unutup, kendimizi tur rehberimizin planlarına bırakmaya karar verdik.

köpek balığı

Soldan akan trafiğe, trafik kurallarına harfiyen uyan sürücülere ve kaymak gibi asfalta alışmamız biraz zaman aldı. Müthiş bir doğanın içinde yapılan yaklaşık 140 kilometrelik seyahatin nasıl bittiğini ben tam olarak kestiremedim. Ülkemizde rastladığımız inek ve bilumum küçükbaş hayvanın aksine, yol kenarlarında duran devekuşlarını sayarken ilk durağa gelmiş bulunduk. Güney Afrika’da sıklıkla rastlayacağınız devekuşu, babun, sincap gibi hayvanlarla haşır neşir olmak iyi hoş da, bizim Van Dyks Bay’deki randevumuz biraz daha hareketli bir dostumuzla: Büyük Beyaz Köpekbalığı.

Kısaca özetlemek gerekirse görevimiz, motor kıyafetlerinden ve kasktan kurtulup, dalış giysilerini giyip, bizimle aynı zamanlarda ve aynı coğrafi noktada aklını kaçıran yaklaşık 30 kişiyle birlikte, 1000 beygir gücündeki bir tekneyle yaklaşık bir saat boyunca kıyıdan açılıp, görevli ekibin teknenin yanına sarkıttığı bir kafese girip, bir müddet boyları 5-6 metreyi bulan büyük beyazlarla denizin altında haşır neşir olmak. Kendimizi bu kısa maceraya hazırlarken bize imzalatılan feragatnamelerin, duvarda asılı olan “köpekbalıklarına dokunmayın” uyarılarının ve önümüzde olan ve son dakikada vazgeçip kafese girmeyen ve bembeyaz bir yüzle geri dönmek isteyen kişilerin varlığının çok da yardımcı olduğunu söyleyemem. Halbuki bir önceki gün Cape Town’da Sarper’den aldığımız son dakika bilgisi sayesinde bizim içimiz son derece rahat! Kahveye arkadaş olsun diye açtığım sohbet şu diyalogla yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. “Hiç kaza oldu mu bu dalışlarda?” sualine cevap her zamanki soğukkanlılığıyla Sarper’den geldi.

“Geçtiğimiz sene bir tekne alabora oldu ve iki kişi büyük beyazları biraz daha yakından tanımak zorunda kaldı.”

İlkokul bilgilerimizi gereğinden erken terk etmiş olmanın pişmanlığıyla teknemize dönelim: Önümüzdekiler teker teker vazgeçedursunlar, Yalın ve ben kafesin içindeki yerlerimizi aldık. Ritüeli kısaca anlatmam gerekirse, mürettebat biz fanileri bu kafeslere doldurduktan sonra çeşitli balık ve et artıklarıyla zenginleştirilmiş bir nevi mayiyi suya döküp, teknenin orasına burasına vurarak ses çıkarmaya başlıyor. Büyük beyazları çekmek için sadece büyük ton balığı kafaları kullanılıyor. Bu yasal bir zorunlulukmuş, eskiden kullanılan balık kanı ve ton balığı etleri büyük beyazları agresifleştirdiği ve kolay beslenmeye alıştırdığı için yasaklanmış. Bu nedenle besin değeri taşımayan ancak sadece büyük beyazları çekecek kokuyu salgılayan bu kafalar kullanılıyor. Teknenin ön kısımlarından biri de iki boyutlu bir fok maketini suya atıp dolaştırmaya başlıyor. Teknenin üzerinde meraklı gözler büyük beyaz ararken, biz de kafesin içinde “acaba şu anda herhangi bir yerim kafesin dışına çıkıyor mudur" düşüncesiyle bekleşiyoruz.

Şanssız olduğumuz bir durum var: sudaki görüş mesafesi beklentinin çok altında. Sonradan öğreniyoruz ki bu, sudaki plankton miktarının fazla olmasından kaynaklanıyormuş. Bu durumda kafesin içinde balina da mı beklemeliydik? Çok değil birkaç dakika içinde ilk beyaz kendini gösterdi. Suyun altından görmek çok zor olduğu için dostumuzla su yüzeyinden selamlaştık. Bir derken dört oldular. Kafesin dışında kan gövdeyi götürmeye başladı. İplerle atılan her et parçasının yok edilmesi saniyeler alıyor, açık bir köpekbalığı ağzını 20-30 santimetreden görme frekansımız gittikçe sıklaşıyordu. Hızını alamayan birisi iki boyutlu fok maketini de mideye indirince bizim yavaş yavaş çıkma zamanımızın geldiğini anladık. Kendini koyuvermemiş olanlarımızı da dev dalgalarla dolu geri dönüş yolu perişan ettikten sonra, biz bir grup boş bakan insan, kendimizi bir süre sonra yeniden karada bulduk. “Yol değil, okyanus yorar” diyen Sarper haklı çıkmıştı, kendimizi bir an önce sabit bir mekana çivilemek ve bir kadeh kırmızı şarap hayali gözümüzde canlanır olmuştu.

Tur rehberimiz yedi farklı büyük beyaz gördüğümüzü anlatıyordu dönüş yolunda. Daldığımız bölgede sadece 3-4 gün kalıyorlarmış. Oradan Avustralya’ya doğru göçe devam ediyorlarmış. Bu nedenle dalışta denk geldikleri köpekbalıkları sürekli değişiyormuş.

Aynı turda hipopotamların yaşadığı bir göletin hemen yanında çadırda kalarak ya da timsah havuzlarını bir hayli yakından ziyaret ederek ve doğal parkta bir çıtayı gidip okşayarak da adrenaline selam çakmıştık. Ama bir karış mesafeden parmağım büyüklüğündeki onlarca diş ile dakikalarca haşır neşir olmak şimdiye dek yaşadığım en uç anılardan biri olarak aklıma kazındı.

İZLE
Zirveyi Zorlayan İsim: Cenk Demirgüç
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası