HER ŞEY TUTKUYLA BAŞLIYOR
Mitoloji insanlığın, duygularını ve etrafını hikayelerle açıklamaya ilk başladığı yerdir. Yani insanlık yazıyı bulmuş, hemen demiş ki, “Bu benim hissettiğim şey nedir?” Halbuki, bir bilse başına ne belalar açacak, hiç o toplara girmezdi ama ne yapsın merak işte. İnsanın başına ne gelirse meraktan... Dünyadaki bütün mitolojiler yaratılışın temeline her zaman aşkı koyar. “Hepsi tek bir kaynağın farklı yorumlamaları mı?” tartışmalarına girmeyeceğim. Genelde hepsi “Önce kaos vardı” diye başlar. “Önce karanlık vardı” ve “Önce kara bir boşluk vardı” ile de başlıyor olabilir. Burası tam bir bilinmezlik ve karanlık halidir. Hesiodos bu evreyi şöyle anlatır: Eros, Kaos ve Gaia birleşip gökyüzüne, yeryüzüne ve onun üstünde yaşayanlara can verirler. Gaia, ana toprak, bütün ölümsüzlerin sağlam tabanı; Eros ise elini ayağını çözer canlıların; insanların da tanrıların da ellerinden alır yüreklerini, akıl ve istem güçlerini. İşte aşkın ilk tanımı bu sevgili dostlar. “Adamın aklını alır” diyor bin yıllar öncesinden şair. Hayat aşkla, tutkuyla başlar diyor. Nitekim, doğadaki her şey bir aşkın, bir tutkunun, bir cinselliğin sonucudur. Burada aşkın enerjisi, yaratımın ateşleyicisidir.
AŞKTAN BEDENSEL HAZZA GEÇİŞ
İlk Eros tasviri öyle kanatlı bir bebe değil. Yüce aşkın ta kendisi. Devasa bir şey yani. Yaratılışın başlangıcında ateşleyici görevi üstleniyor. Sonra yüzyıllar geçtikçe bizim Eros, Afrodit’in çocuğu oluyor birden. Yani aşk, kadının bedenindeki erotizme hapsediliyor. Hepsinin babası Kaos ve annesi Gaia’nın katından, Zeus’un kızı olan Afrodit’in çocuğu oluyor. Size hiyerarşiyi şöyle anlatayım. Kaos, Gaia, Uranos, Zeus, Afrodit... Statüsü beş kat düşüyor yani. Koca Eros kanat takıp, çıplak şekilde uçan, elindeki oku ona buna saplayan bir çocuğa dönüştürülüyor. Ne yaptın Eros? Twitter’da kafan güzelken muhalif şeyler mi yazdın? Buradan insanlığın aşk diye tasvir ettiği o yüce enerjinin nasıl hiç büyüyemeyen bir çocuğun içine hapsolduğuna tanıklık ediyoruz. Artık aşk, kutsal bir şey olmaktan çıkıyor. Tanrılar katından, insanların eline düşüyor. Bedensel hazla aynı kefeye konmaya başlıyor. İnsanlar aşık olmayı bedensel olarak birine çekilmek şeklinde tasvir etmeye başlıyor. Bizim Eros da, en yüce yaratıcılar katındaki görevinden alınıp bir haylaza dönüştürülüyor. Altın uçlu oku sapladığı kişi de gördüğüne ölesiye aşık oluyor. Kurşun uçlu oku sapladığı ise gördüğünden ölesiye nefret ediyor. Bence tüm basitleştirmeler içinde en güzel betimleme bu. Her aşk, içinde aynı tutkuda bir nefret de barındırır. Özetle bizim çekim ve itim dediğimiz şey en başta Eros’un oklarının ucunda.
EROS BİLİMİN ELİNE DÜŞERSE
Arada Orta Çağ ile birlikte aşk, tutku falan ayıp şeylere dönüşüyor. Ona buna çekilirseniz kazığa oturtulabiliyorsunuz. Çekim, enerji bunların hepsi sadece yaradana ait. Ardından, insanlık Aydınlanma Çağı’yla birlikte artık bilimin etkisi altına giriyor. Gözle görmediği metafizik hikayelerin yerini deney ve pozitif bilimler alıyor. Burada artık tutku, Eros’un okundan ve kilisenin tekelinden çıkıp çekim yasası gibi daha fizik kanunlarına dayalı bir hale geliyor. Aşk dediğimiz şey hormonların bir kokteyli gibi görülmeye başlanıyor. Koca Eros bir dopamin, oksitosin, serotonin karışımı olarak açıklanmaya başlanıyor. Yani yaz tatilinde havuz kenarında içtiğimiz bir şemsiyeli kokteyle dönüşüyor. Eros’un oku unutuluyor ve bilim insanların feromon adını verdikleri, hormonları taşıyan gözle görmediğimiz kokulara dönüşüyor. Biz bugün buna ten uyumu adını veriyoruz.
TEN UYUMU ASLINDA KOKU MU?
Bilim insanları, “Bu bizim aklımızı başımızdan alan şey nedir? Neden bazı insanlara ilk görüşte aşık oluruz?” diye yola çıkıp ipek böceklerini araştırıyorlar. Dişi ipek böcekleri çiftleşme döneminde salgıladıkları hormonla binlerce erkeği kendilerine çekiyor. Bunu gören bilim insanları dişi ipek böceğinin bunu bir kokuyla yaptığını keşfediyor. İnsanların da aynı şekilde kendilerine en uygun kişiyi bu yolla bulduğunu iddia ediyorlar. Ter bezlerimiz aracılığıyla feromonlar salgılıyoruz. Bu feromonlar burnumuzun derinliklerindeki Vomeronasal Organ (Jacobson Organı) tarafından algılanıyor. O kişiye çekiliyoruz ve sonucunda da buna ten uyumu diyoruz. Hatta bu feromondan salgılatan parfüm reklamları bile yapmışlar. Ben yemedim açıkçası. Yiyen varsa afiyet olsun.
SANA NE LAZIM?
Neticede hissettiğimiz şu tutkuyu bugüne kadar yüzlerce farklı yoldan açıklamaya çalışmışlar. Astrolojiyle, mitolojiyle, hormon bilimiyle, çekim kuvvetiyle, önceki yaşamlarla, kaderle, büyüyle... Tam olarak ne hissettiğimizi, neden hissettiğimizi bulabilmişler mi? Hayır. Neden? Çünkü bugüne kadar “enerjisi tutan” ya da aşık olan kaç insan varsa o kadar farklı duygu var. Herkesin bu duyguyu hissedişi başka. Olay Eros’un oku mu, hormonlar mı yoksa birbirini bulmuş ruhlar mı net olarak bilemiyoruz. Ortada duygu var ama kaynak yok. Bana sorarsan gerek de yok. Belki de bu kadar gizemli olduğu için keyiflidir. Belki gerçekten aşık olmak var oluşun kendisidir. Kim bilir? Her seferinde aklımızı başımızdan almasının sebebi de budur. Aşkın gözü kördür gerçekten. Aşk hipo-kampüsü zayıflatır. Bizleri tehlikeleri ve kusurları göremez hale getirir. O yüzden ilk altı ay gözümüz hiçbir şey görmez. Kendinize kızmayın hep aynı hataları yapıyorsunuz diye. Binlerce yıldır insan aynı hataların peşinde. Siz suçu Eros’a atın bitsin. Madem açıklayamıyoruz, o zaman doya doya yaşayalım gitsin.