Kerem Alper ile Engin Ayaz, sorunlara ve çözümlere kafa yoran, yaratıcı bir ikili. Gelecek için çalışan insanlardan. Lise yıllarından arkadaş bu ikiliden Kerem, Wesleyan ve Stanford’da ekonomi ve disiplinlerarası tasarım okudu, Engin Stanford ve New York Üniversitelerinde tasarım, mimarlık ve mühendislik eğitimi aldı. Dört yıl önce hayatlarını ortak bir fikrin peşinde değiştirmeye karar verip, on yıllık deneyimlerinin ardından Türkiye’ye dönüp ATÖLYE’yi kurdular.
Fikri ilk kez 2014’teki İcat Çıkar(ma) başlıklı TED konuşmalarında anlatmış, “yaratıcılığa dair” kırmak istedikleri direnç noktaları için bu topraklardan çıkmış ve algımızı etkileyen sözlere başvurmuşlardı: “Sürüden ayrılanı kurt kapar. Eski köye yeni adet getirme. Meyve veren ağacı taşlarlar. Erken öten horozu keserler. Bir baltaya sap olamadın. Deneme tahtasına çevirdin. Sen kafanı çok bu işlerle yorma…” Madalyonun diğer yüzü içinse canlı örnekleri vardı “Samsun’da bir mucit, can kaybının önüne geçmek için Robotürk’ü tasarladı. Konya’da bir ilkokul mezunu matkaptan çalı budama, çamaşır makinesinden çim biçme makinesi yaptı. Sivas’ta ‘benim olsun, hem de ekonomik olsun’ diyen bir mucit kendi arabasını üretti.”
Yaratıcı platform ve tasarım stüdyosunun uyumlu bir bütünü olarak tasarladıkları ATÖLYEtısı altında yaratıcı insanları ve fikirleri yeni bir iş yapma anlayışıyla buluşturmak üzere yola çıktılar. Stanford d.school tarafından 2014’ün en etkili projesi olarak kabul gördü. Kickstarter’da fonlanan projeler ürettiler, küresel tasarım ödülleri kazandılar, Türkiye’deki en büyük sosyal yatırım fonunun oluşturulmasını ve dağıtılmasını sağladılar. Sadece 2017’de dokuz proje, 435 etkinlik, 23 işbirliği yaptılar. ATÖLYE’nin rakamlardan öte Kuzey Yıldızı’nın izinde ilerlediğini söylüyor Kerem. “Kendi içimizde, değer yargılarımız doğrultusunda sosyal, ekonomik, ekolojik problemlere çözümler üretmek... Metotlarımız, araçlarımız değişse de bundan hiç vazgeçmedik. Türkiye’ye yaratabileceğimiz en büyük etki için varsayımımız ilk başlarda henüz keşfedilmemiş mucitlerin, karakterlerin bir şekilde karşımıza çıkacağı ve onları doğru altyapı, kaynak ve içerikle destekleyeceğimiz için öngörülmeyen sıçrayışlar yapacakları üzerineydi. Zamanla çok daha sistemsel etki yapma potansiyelimiz olduğunu gördük. Türkiye’deki sosyal inovasyon ekosistemini nasıl hayata geçiririz, büyütürüz; paydaşlarla birlikte geçtiğimiz yıl hayata geçirdiğimiz “imece platformu” gibi nasıl ölçeklenebilir girişimler çıkartırız gibi konular üzerine çalışıyoruz.”
Bu değişikliğinin kültürel sebepleri kadar beklenmedik ilginç sonuçları da olmuş. Hatta Engin’in bu konuda yazdığı bir makale var: “Türkiye’deki ilk 3D printer workshop’unu zamanında bizler yaptık. ATÖLYE’nin workshop kanalına da ilk başlarda dikkatimizin yüzde 80’ini ayırmıştık ancak ‘Do It Yourself’ kültürünün, kişinin profesyonel gelişimine bağlı olmadığı sürece sosyal, ekonomik, kültürel sebeplerle bize uzak ve önünün tıkalı olduğunu gördük. Burada, işini iyi bir ustayla çalışmak için vermeniz gereken para Amerika’dakine göre çok daha az. ‘Kendi musluğumu tamir etmezsem bu bana 200 dolara patlar ve en az iki gün sonra bu hizmeti alabilirim’ kaygılarından uzağız. Okulların formasyonuna göre kaçımız matkap tutarak büyüdük? Ya da profesyonel oldunuz, fikir üretmeye dair konular çıkardınız diyelim. Fikri mülkiyet hâlâ o kadar kaygan zeminde ki. Prototipe hakkını verecek kadar vakti isteyemiyorsunuz müşteriden. Yapıp gösterdiğinizde ise onun bambaşka bir şeye dönüşmesini gerçekten engelleyemiyorsunuz. Bütün vektörler prototipleme kültürünün fiziksele dökülmesini engelliyor. Bir yandan o kadar hızlı üretmek zorundayız ki... Altı aylık iş burada iki haftada isteniyor. Dolayısıyla yurtdışındaki bir deneme, buradaki son ürün olabiliyor. Orada da garip bir avantaj var aslında. ‘Bir bina araştırmaya nasıl teşvik eder’ sorusu üzerine geliştirdiğimiz Konteyner Park inşaatımız sekiz ay sürdü. Danimarka’da bunu söylediğimizde dudakları uçukluyor. ‘Biz hâlâ fikir alıyor olurduk, hiçbir şey inşa edilmemiş olurdu’ diyorlar. ‘Maker’ kültürünü burada kimi açılardan öldüren hız ihtiyacı, öğrenme hızımızı artırıyor olabilir. Biz bir anlamda canlı örnekleriyiz. Kurumsal dönüşümleri önemsiyoruz. Biz balık tutunca o çok ölçeklenebilir değil ama onlara tutmanın yollarını öğretince, değişim ajanı diyebileceğimiz kişiler yaratmış oluyoruz. Altı ay boyunca bir projede gerçek tasarım düşüncesini içselleştirdiyse, bir sonraki problemde sorduğu soru bile daha iyi oluyor. O insanlarla gelecekteki projelerin tohumunu atıyoruz. Uzun vadeli değerler yaratıyoruz.”
ATÖLYE Etkisi’nin yaratıcılardan, değişim ajanlarıyla kurumlara ve organizasyonlara genişleyen kamusal hareketinde, yeni ve son halka ‘dışarısı’. New York ve Münih, proje yapıp, iş geliştirdikleri şehirler arasında. İngiltere ve Hindistan merkezli iki STK ile Bangladeş’te bir proje var şu anda görüştükleri. Kerem devamı için geçerli sebepleri olduğunu söylüyor: “Çözümü nerede geliştirdiğin değil konu, bilgi ve deneyimlerinizi nerede biriktirdiğiniz. Çalışma metodunun en doğru nerede fayda sağladığı. Türkiye’deki iş yapma kültürünün çok tanımlı, aceleci, planlamacı olmayan dezavantajlı yönlerinin aslında bize kazandırdığı atiklik ve esneklikler var. Bu bize özgü kaostan beslenen çalışma metodu, sahip olduğumuz görsel dil ve biraz daha duygusal tasarım yapma yetkinliğiyle aslında globalde ciddi bir ihtiyaca karşılık verebilir. Türkiye’nin bazı problemleri, dünyadaki kimi problemlerle aynı. Karmaşık şehirler, trafik, eğitim, mülteciler… Buradaki insan kaynağıyla sorunu çözebilen bir ekip neden gidip dünyanın başka bir yerinde de aynı problemleri çözmesin? Bu anlamda çok iyi bir komünite oluşturduk geçtiğimiz dört yılda. ATÖLYE markasını ve bu kinetik enerjiyi dünyanın karmaşık problemlerine çözüm bulmak için dışarı yayma zamanı geldi.”
Hız ve çözümler kadar, dünya olarak yavaşlamayı da konuşuyoruz. ATÖLYE’nin de önemli meselelerinden yavaşlayabilen zihniyeti, ileriye dönük en büyük ihtiyaçlardan biri olarak tanımlıyorlar. Peki yavaşlayamıyorsak n’olur, ne yaparız? Engin’in nefis tespitinden harika bir son çıktı ve gelecek için bir manifesto: “Biz Türkiye olarak bazı açılardan bir Ar-Ge ülkesi olmaktan çok Ür-Ge’ciyiz. Yavaşlamıyorsak da en azından hızlı öğrenelim. Orada fark yaratabiliriz çünkü.”