“Biz” olmak, sadece bir topluluk içinde fiziksel olarak aynı uzay zamanı paylaşmak değil; aslında ortak bir hayalin içine girebilmektir. Felsefeci ve sinirbilimci Joshua Greene’in söylediği gibi, insanoğlu kendi kabilesiyle empati kurmaya, dışarıdakileri ise ötekileştirmeye meyillidir. “Biz”in içeriği bu yüzden her bağlamda değişkendir. Ama sanat, özellikle sinema, bu sınırları aşan nadir alanlardan biri. Sinema ilk aşamada bir yönetmenin zihninden doğabilir, ama hayata geçebilmesi için onlarca insanın o zihnin parçasıymış gibi hareket etmesini gerektirir. Yönetmen hayal eder, kameraman görür, oyuncu hisseder, kostümcü hayal ettirir. Belki de bu yüzden gerçek bir film, tekil bir ifadeden değil, kolektif bir sezgiden doğar.
Tarsem Singh’in The Fall filmi, bu kolektif sezginin en radikal örneklerinden biri. 20’den fazla ülkede, 13 yıl boyunca taşınan bir kutunun içindeki nesnelerle kurulan bu düşsel yapı, bir ekip çalışmasından çok bir adanmışlık manifestosuna dönüşüyor. Lee Pace’in aşağıdaki satırlarda anlattığı gibi, bu film sıradan bir yapım değil, en saf haliyle bir birliktelik hali. Oyuncuların, teknisyenlerin, yerel halkın, çocuk oyuncunun ve hatta doğanın kendisinin bile bu filme ruh verdiği bir süreç. Burada sinema, bir üretim biçimi değil, kolektif bilinçaltının dışavurumu hâline geliyor; Freud’un “ortak rüya”sı veya Jung’un “ortak bilinçdışı”sı bir film setinde vücut bulabiliyor.
Bugün içerik hızla tüketilirken, yapım süreçleri algoritmalara devredilmişken, The Fall gibi bir filmin yeniden gündeme gelişi, sadece estetik değil, etik bir hatırlatma işlevi de görüyor.The Fall bize şunu söylüyor: Sanat, “biz” olduğumuzda bir anlam kazanıyor. Çünkü yalnızca “biz” olduğumuzda, bireysel sınırlarımızdan çıkıp ortak bir gerçeklik kurabiliyoruz. Ve belki de en önemlisi: Bazen bir insanın rüyası, önce bir grubun sonrasında da daha büyük toplulukların ortak hakikatine dönüşebiliyor.
Röportaj sırasında Pace’in içten sözleri arasında kaybolurken, "The Fall"un neden sadece görkemli bir görsel şölen değil, aynı zamanda sinema tarihine yazılmış bir aşk mektubu olduğunu bir kez daha hatırlıyorsunuz. "The Fall"un Türk izleyicileri için de ayrı bir anlam taşıdığına şüphe yok. Aradan geçen uzun zamana rağmen filmin hayran kitlesi yıllar içinde büyüdü ve ortaya çıkan bu sinematik ‘çığ’ı yeniden yorumlamanın sorumluluğu da bize düştü.
Şahin Çakıroğlu: The Fall, son 20 yıl içinde yapılmış en sıra dışı filmlerden biri bence. Ve neredeyse 20 yıl sonra bu filmi evimizin konforunda tekrar izleme şansı bulduk Mubi sayesinde. Benim gibi birçok sinefilin de şu anda çok mutlu olduğunu düşünüyorum. Ama senin bakış açından düşündüğümde, farklı bir şey öne çıkıyor çünkü sen şu an yeniden bir tanıtım sürecinin içindesin; 20 yıl önce çektiğin bir film için röportajlar yapıyor, sosyal medya paylaşımları yapıyorsun. Bunlar genellikle yepyeni projeler için yapılan şeyler. The Fall’un sadık bir kitlesi var ama Mubi sayesinde şu anda yeni izleyicilere de ulaşıyor. 20 yıldır rafta duran bir filmi sanki yeniymiş gibi tanıtmak nasıl bir his? Mesela şu an benimle oturup bu filmi konuşmak nasıl bir duygu senin için?
Lee Pace: Bu film hakkında konuşmak için çok heyecanlıyım. Bu film benim hayatımdaki en özel şeylerden biri oldu ve 20 yıl sonra böyle büyük bir ilgi görmesinden dolayı da çok minnettarım. Bilirsin, başarı her zaman iyi hissettirir. Ve bu filmin başarısının gerçekten hak edilmiş bir başarı olduğunu söyleyebilirim. Yani, o işi 20 yıl önce yaptık ama film çok büyük bir gösterim şansı bulamadı. Gösterimi küçüktü, kesinlikle beklediğimiz gibi olmadı çünkü hepimiz bu filmin “o film” olduğunu düşünüyorduk. Yani ben o zamanlar çok gençtim.
Ş.Ç: Filmi çektiğinizde kaç yaşındaydın?
L.P.: Sanırım 24 ya da 25 yaşındaydım.
Ş.Ç: Ve bu senin ikinci filmin miydi?
L.P.: Evet, ikinci filmimdi. Yani şöyle diyeyim, eğer o zaman bu röportajları veriyor olsaydım, o filmin benim için kişisel olarak ne ifade ettiğini bu kadar olgun bir şekilde değerlendiremezdim. Ama şimdi, farklı türlerde, farklı yönetmenlerle, farklı setlerde birçok işte yer aldıktan sonra bu filmin ne kadar özel olduğunu çok net görebiliyorum. Sadece yaşadığım deneyim değil, ortaya çıkan şey de çok özel. Hatırlıyorum, Tarsem’le Jodhpur’da filmin büyük final sahnesini çekiyorduk, gölgede oturuyorduk. Film çok zorluydu ve Tarsem şöyle dedi: "Bu inanılmaz, biliyorsun değil mi? Bu bir daha asla böyle olmayacak, bu deneyimi bir daha asla yaşamayacağız" O an ona inanmadım diyemem, ama şöyle düşündüm: “Demek ki film çekmek hep böyle bir şey.” Anlatabiliyor muyum?
Ş.Ç: Herhangi bir şeyle kıyaslayabilmek içinçok genç ve deneyimsizdin çünkü.
L.P.: Evet, çok gençtim. Ve şöyle düşündüm: film çekerken her zaman arkadaşlarınla oluyorsun sanırım. Çünkü biz çok küçük bir ekiptik, çok yakın arkadaşlardık ve birlikte sanat yapıyorduk. Endüstrinin bir parçası gibi değildik. Biliyorsun, sen de bu dünyayı takip ediyorsun. Endüstride büyük bir finansal taraf var, popülerlik tarafı var, medya tarafı var. Ama biz Hindistan’da bu filmi yaparken böyle şeyler umurumuzda değildi. Eiko o inanılmaz kostümlerle çıkageliyordu, sonra kendimizi bir Hint harabesinde ya da Tac Mahal’in kıyısında çekim yaparken buluyorduk. Hatta Himalayalar’a kadar çıkıp, gökyüzünün en mavi olduğu çöllerde çekim yaptık. Gerçekten olağanüstüydü.
Ş.Ç: Bence bu anlattığın bir rüyadan farksız.
L.P.: Evet, bu bir rüya gibiydi. Ama ben daha da ileri gideceğim; bir rüya, zihninin bilinçdışı kısmıdır. Tarsem’in yaptığı şey, sanatta olabilecek en büyüleyici şeylerden biriydi: bilinçdışını, elindeki araçlarla ifade edebilmek. O kırmızı faytonu çölde hareket ederken gördüğümde... Tarsem’i tanıyorum, onu çok yakın bir dostum olarak görüyorum çünkü yıllar içinde çok yakın olduk. O görüntüyü gördüğümde, onun hikâyedeki yerini anlıyorum. Ama aynı zamanda, o sahneye baktığımda Tarsem’in o zamanlar yaşadığı yalnızlığı da görüyorum. Çünkü o her şeyi kendisi inşa etti; bu sahneler, bu imgeler onun kim olduğunu, sinemaya dair ne hissettiğini yansıtıyordu. Alexandria’nın hayal gücünü yaratırken, sinemadan önceki bir sinema dili kurmak istedi. Çünkü Alexandria daha önce hiç film izlememişti. Tarsem’in kendine koyduğu meydan okuma buydu: sinemanın olgun diline benzemeyen ama imgelerle anlatan yepyeni bir sinematik sözlük yaratmak. Ve bence bunu başardı.
Bunu bilimsel olarak ispatlayabilir misin bilmiyorum, ama inanıyorum ki herkesin filmle bağ kurmasının nedeni bu. Filmin içinde anlatılamaz bir şey var. Büyüsü, kimyası, görselliğinin ötesinde bir şey... Gerçekliğinin dürüstlüğü bir yana, Tarsem’in samimiyeti, filmin arkasındaki niyetin netliği... Tüm bunlar filmi özel yapıyor. Ve bunları, kendisine inanan ve onu seven arkadaşlarıyla birlikte yaptı.
Ş.Ç: Bir hayranı olarak bunu hayal edebiliyorum. Gerçekten. Söylediklerine tamamen inanıyorum.
L.P.: Zordu Şahin. Gerçekten zordu. Mesela o sahneyi hatırlıyor musun? Rahibin yüzüne yakın çekimle başlıyor ve sonra kamera çöle geçiyor. O sahneyi kurmaları günler sürdü. Himalayalar’ın tepesindeydik o sahnede. Dağ çöllerinde... Tepede birini konumlandırmaları, sonra başka birini aşağıya yerleştirmeleri, biri atla geliyor... Tüm bu geçişleri CGI kullanmadan yapabilmek için. Sonra çekime başladık, Catinca ile uzun bir diyaloğum vardı, tam da o esnada vadilerde yankılanan çılgınca bir müzik başladı. Kimse nereden geldiğini anlayamadı. Ortalıkta kimse yok, müzik nereden geliyor belli değil. Ekip dört bir yana dağıldı. Meğer kilometrelerce ötede bir düğün oluyormuş. Gidip müziği biraz kısabilir misiniz demişler. Ama onlar, “Hayır, bu bizim düğünümüz. Müziği kısamayız,” demiş. Sonuç olarak küçük bir zaman aralığı yakaladık, sahneyi ancak o arada tamamlayabildik. Ama her gün böyle bir şey yaşanıyordu. İnan bana her gün. Zorluydu ama muazzamdı.
Ş.Ç: Peki Tarsem seni nasıl ikna etti? Biliyorum bu senin ikinci filmin, kendini göstermek istiyordun. Ama bu prodüksiyonun detaylarını biliyordun: 20'den fazla ülke... Tüm bunlara rağmen nasıl ikna oldun?
L.P.: Aslında o zaman bunların çoğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, ilk olarak Catinca’yı bulmuş olduğuydu. Filmin başlangıç noktası oydu. Birçok ülkede oyuncu seçmeleri yapmış ve Catinca’yı görür görmez, “İşte bu, o kız. Bu filmi şimdi yapmalıyım,” demiş.
Sonra benimle konuştu ve kelimenin tam anlamıyla elinde bir puro kutusuyla geldi. İçinde fotoğraflar, küçük oyuncaklar, bir maymun oyuncağı gibi nesneler vardı. Bu kutuyu 13 yıldır yanında taşıyormuş. Filmi düşünerek, kafasında kurarak... Bütün bu fikri bana öyle anlattı. Ben de “Evet, ne istiyorsan yapalım,” dedim. Bütün çekim boyunca da böyleydi.
Ve biliyorsun, beni tekerlekli sandalyeye oturtup aslında olmadığım biriymiş gibi davranmamı sağladı, beni haftalarca izole etti.
Ş.Ç: Bunu soracaktım zaten. Sanırım yedi haftadan fazla bir süre boyunca engelli biri gibi davrandın. Ekip senin gerçekten yürüyemediğini sanıyordu. Gerçeği öğrendiklerinde nasıl tepki verdiler?
L.P.: Tepkiler karışıktı. Bazı insanlar bunu yaratıcı, hatta muzipçe buldu. Yani Catinca umursamadı bile. Gerçekten umursamadı. “Sana bir sürprizimiz var,” falan demiştik. O sırada onun dublörü bir scooter kazanmıştı, Catinca da aynı şekilde scooter kazanacağını sanmıştı. “Ben de scooter alacağım,” diye bekliyordu. Sonra ona yürüyebildiğimi söyledik, bu o sahnenin kamera arkası çekimlerinde var zaten. Etrafa baktı ve tek düşündüğü şuydu: “Peki scooter geliyor mu? Scooter’ımı alacak mıyım?” Ama setteki bazı insanlar kendilerini kandırılmış ya da rahatsız hissetti.
Ş.Ç: Catinca ile ilişkiniz nasıldı? O oyuncu olmayan bir çocuktu, sen 20’lerinde bir oyuncuydun.
L.P.: Sette profesyonel kalmaya çok dikkat ettim. Ona ve annesine duyduğum saygıdan dolayı. Karakterlerle kişisel ilişkiyi karıştırmadan bir sınır koymak istedim. Ama onunla çok unutulmaz konuşmalar yaptım. Ona şöyle diyordum: “Catinca, biz oyuncuyuz. Ve oyuncuyken karakterini çok önemsemelisin. Düşün: Alexandria şu an ne hissediyor?” O da cevap verirdi, ilgisini çekerdi. “Roy çok üzgün, kendini iyi hissetmek istiyor. Hadi bakalım, Catinca, Roy’un kendini iyi hissetmesine yardım et,” derdim. Sonra bir sahne çekerdik, ben de ona “İyi işti, gerçekten hissettirdin bu sefer,” derdim. O da bana bakar, altı yaşında olmasına rağmen ne yaptığını, ne başardığını anladığını fark ederdim.
Ş.Ç: Önceki röportajlarında okumuştum, sanırım bir noktada Catinca Tarsem’e isyan etmiş: “Ben bıktım, eve dönüyorum,” demiş. Bence bu çok cesurca.
L.P.: Evet, gerçekten çok cesur biri.
Ş.Ç: Türk izleyiciler için bir şey söylemek ister misin, Lee?
L.P.: Eğer bu filmi izleyip desteklediyseniz size gerçekten minnettarım. İzlemediyseniz, mutlaka izleyin derim. Hoşunuza gidecektir.
Ş.Ç: Evet, ne kadar haberdarsın bilmiyorum ama burada çok büyük bir hayran kitlen var.
L.P.: Ah, bu gerçekten harika!