A Complete Unknown bize Bob Dylan’ın köken hikayesini anlatıyor: Minnesota’dan çıkıp New York’a taşınan ve folk sahnesini adeta alevlendiren, ardından sesini kelimenin tam anlamıyla elektrifikasyona uğratarak onu bir rock yarı-tanrısına dönüştüren genç bir adam. Dylan’ı bugüne dek yalnızca kültürel bir arka plan figürü olarak tanıyanlar için, nereden geldiğini açıklama konusunda paha biçilmez bir yapım.
Peki ya ondan sonra neler yaptı? Kültürel olarak bu denli usta ve ünlü bir adamdan bekleneceği üzere, Bob Dylan hakkında çok fazla film var: hakkında yapılmış belgeseller, onu konu alan dramalar ve bazen de az ya da çok öne çıkan bir oyuncu olarak bizzat yer aldığı dramalar. Bunların bazıları pek de iyi değil: eğer tam anlamıyla bir saplantılı hayran değilseniz Hearts of Fire ve Renaldo and Clara’dan uzak durmanızda fayda var. Ama birçok Bob Dylan filmi gerçekten zaman ayırmaya değer. Bu filmler onun hayatının ve kariyerinin önemli anlarını belgeliyor; eserlerini müzikal ve tarihsel bağlamına oturtuyor ya da basitçe, bu adamın gizemini etkileyici bir şekilde sergiliyor. Eğer Timothée Chalamet’nin performansı sizde Dylan’ın derinliklerine inme isteği uyandırdıysa, bu dokuz drama ve belgesel size yardımcı olacaktır.
Martin Scorsese imzalı, üç saati aşan, geniş perspektifli ve kariyerinin geç dönemine ait bir belgesel — eğer tam bir portre arıyorsanız, başlamanız gereken yer No Direction Home olmalı. Filmin temelini, Dylan’ın menajeri Jeff Rosen’ın yaptığı ve tam 10 saat süren bir röportaj oluşturuyor. Rosen, belgeselin yayımlanmasından önceki on yıl boyunca Beat şairi Allen Ginsberg ve Dylan’ın eski sevgilisi Suze Rotolo gibi kilit isimler de dahil olmak üzere hemen hemen herkesle röportaj yapmış. Bu röportajlar, çoğu daha önce hiç görülmemiş tarihi görüntülerle harmanlanmış. Scorsese, tüm bunları kendine has etkili üslubuyla etkileyici bir anlatıya dönüştürüyor — belgesel, Scorsese’ye uzun metrajlı video yönetmenliği dalında bir Grammy kazandırmıştı ve bunu sonuna kadar hak ediyor.
Bu western filmi, gösterime girdiğinde eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuştu; ancak geçen on yıllar içinde itibarı büyük ölçüde arttı. Dylan efsanesi açısından önemi ise iki yönlü: Filmin müziklerini Dylan besteledi ve bu soundtrack, artık klasikleşmiş Knockin' on Heaven's Door şarkısını da içeriyor; ayrıca Dylan, filmde sadece “Alias” olarak bilinen gizemli bir karakteri canlandırıyor. Bir dükkan sahibi olan Alias, genellikle olayların kenarında dolanıyor ama bir sahnede birini boynundan bıçaklayarak aniden merkeze oturuyor. Ona “Sen kimsin?” diye sorulduğunda ise “İyi bir soru.” yanıtını veriyor. Ki bu, tam anlamıyla Bob Dylan’a özgü bir cevap.
Masked and Anonymous’ı beğeneceğinizin garantisini veremeyiz — film, eleştirmenler arasında oldukça karışık tepkiler aldı — ama kesinlikle size tuhaf ve ham bir Dylan sineması sunacağı kesin. Dylan, hayali ve otoriter bir Kuzey Amerika’da hayır amaçlı bir konser vermek üzere hapisten çıkan Jack Fate adında bir rock yıldızını canlandırıyor. Film boyunca büyük temalar havada uçuşuyor ve dev kadro — Penélope Cruz, John Goodman, Jeff Bridges ve Mickey Rourke gibi isimler — Dylan’ın yıllar içinde biriktirdiği kağıt parçalarına karalanmış cümlelerden ilham alan şifreli diyaloglarla konuşuyor. (Ek bilgi: Timothée Chalamet’in geçtiğimiz günlerde taklit ettiği, Dylan’ın bere takıp sarı perçemli ve bolca mizah konusu olan meşhur fotoğrafı, Masked and Anonymous galasında çekilmişti.)
Daha odaklı ve dönemin ruhunu daha iyi yansıtan bir şey arıyorsanız Don’t Look Back’i deneyin. DA Pennebaker’ın 1967 yapımı belgeseli, Dylan’ın 1965 Birleşik Krallık turnesini — tamamen akustik yaptığı son turneyi — elde taşınan siyah-beyaz 16 mm kameralarla kaydediyor. Belgesel, zamanla kendi başına bir tarihi belgeye dönüşmüş durumda: Dylan’ın ünlü “Subterranean Homesick Blues” şarkısına yaptığı kartonlu klip aslında bu belgeselin fragmanı ve açılış sahnesi olarak hazırlanmıştı. Dört on yıl sonra Pennebaker, 65 Revisited adında, (ilk belgeselin aksine) tam uzunlukta şarkı performanslarının da yer aldığı güncellenmiş bir belgesel daha yaptı. İkisi de oldukça kısa olduğu için arka arkaya rahatlıkla izlenebilir.
Dylan ve Newport Folk Festivali hakkında dikkat çekici bir başka belgesel daha var — 2007 yapımı The Other Side of the Mirror — ama Festival, yalnızca Dylan’a odaklanmadığı için, aslında Dylan’ın o dönemde içinde yüzdüğü müzikal suları daha iyi resmediyor. O dönem “karşı kültür” olarak bilinen isyankar ve biçimsiz toplumsal hareketi inceliyor; Dylan’ın Joan Baez ve Donovan gibi dönemin önemli isimleriyle tanıştırıyor bizi; ayrıca A Complete Unknown’un finalinde dramatize edilen, Dylan’ın 1965’teki Newport Folk Festivali’nde elektrikli enstrümanlarla sahne aldığı performansından görüntüler de içeriyor.
Covid nedeniyle dünyayı dolaşarak turne yapamayan Dylan, 2021’de farklı bir şey yapmaya karar verdi. Marsilya’daki kurgusal “Bon Bon Club”ı andıran bir sahneye yerleştirilmiş, maskeli bir grupla birlikte bir konser yayını gerçekleştirdi. En azından tanıtımı böyle yapıldı — ama yönetmen Alma Har’el sayesinde, ortaya basit bir performansın ötesine geçen, oldukça sanatsal bir iş çıktı. Şarkılar — genellikle Dylan’ın erken dönem parçaları — sadeleştirilmiş, farklı düzenlemelerle ve yaşlı bir adamın boğuk sesiyle söylendi. Fakat bütün bu belirsizlik ve teatral atmosfer sayesinde, şarkılar etkileyici bir şekilde dinleyiciye ulaşıyor.
Dylan’ın hilebaz arketipine biraz daha cilalı bir yaklaşım, Scorsese’nin müzisyen hakkında yaptığı ikinci belgesel olan Rolling Thunder Revue. Fakat bu film, basit bir belgesel olmaktan oldukça uzak — aslında bir tür sahte-belgesel, çünkü gerçeği ne ölçüde büktüğü belli değil. Dylan’ın (gerçek) 1975 tarihli Rolling Thunder Revue turnesinden görüntüler, uydurma bir hikayeye yerleştirilmiş; bu kurmaca hikayede, kurgusal bir yönetmen ve başka sahte karakterler yer alıyor; hatta “gerçek” karakterler bile gizemli isimlerle anılıyor (Patti Smith, “The Punk Poet” yani “Punk Şair”). Gerçekle kurgu arasında hiçbir ayrım yapılmıyor; sahte fotoğraflar gerçek görüntülerle iç içe geçiyor. Başka bir yönetmenin elinde bu durum sadece kendini beğenmiş bir şaka gibi görünebilirdi. Ama Dylan ve Scorsese’nin ellerinde, rock yıldızlarının etrafında biriken efsanelere dair baştan çıkarıcı bir hicve dönüşüyor.
Todd Haynes’in 2007 yapımı dram filmi, Dylan’ın birçok maske takan bir adam olduğu fikrine radikal ve doğrudan bir yaklaşımla yaklaşıyor: Dylan’ı altıya bölüyor. Christian Bale, Cate Blanchett, Ben Whishaw, Marcus Carl Franklin, Richard Gere ve Heath Ledger, her biri Dylan’ın farklı bir arketipini (“peygamber”, “şair”, “sahtekar” vb.) canlandırıyor ve film bu altı farklı hikaye arasında sürekli geçiş yapıyor. Dylan’ın bu filme yorumu? “Bence iyi görünüyordu ve oyuncular inanılmazdı.” Özellikle Blanchett hakkında kesinlikle haklıydı.
Bob Dylan, Coen kardeşlerin bu klasiğinde sadece dolaylı bir şekilde var — yalnızca son sahnede, bir barda “Farewell” şarkısını söylerken görülüyor. Ama film, kurmaca folk şarkıcısı Llewyn Davis’in hüsranla sonuçlanan kariyerini konu alırken, baştan sona Dylanvari bir havaya sahip. Kazak giymiş adamlar eski şarkılar söylüyor. Karakterler melankoli ve bezginlik içinde yüzüyor. Hatta Ulysses adında kayıp bir kedi bile var. Inside Llewyn Davis, Dylan’ın havasının kültürel hayal gücümüze ne kadar derinden sızdığının bir kanıtı adeta.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.