Dönem ve vampir filmleri her zaman işe yarar; çünkü tarihi mekânların, kanın, dramın (ve biraz da seksin), gotik ve karanlık unsurların, aynı anda hem korkutucu hem de baştan çıkarıcı olan kötü karakterlerin bir karışımını sunarlar.
Vampirlerin var olmadığını biliyoruz (sadece seni hiçbir şey yapacak hâlin kalmayacak şekilde tüketen “enerji vampirleri” hariç), ama onlar hem ilgi çekici hem de anlamlarla dolu karakterlerdir. Ölümsüzlükleri onları bilge kılar, ama aynı zamanda yalnız da yapar; manipülasyon ve kontrol konusunda ustadırlar, güçlüdürler ama aynı zamanda kırılgandırlar. Mükemmel kötülerdir ve karşı konulamazlar.
Bu kombinasyon zaten ideal bir karışımdır, ama bu karakterler tarihî dönemlere yerleştirildiğinde daha da etkileyici hâle gelir; çünkü bağnazlık, korku ve tarihsel bağlamlar gibi unsurlar hem dehşeti artırır hem de vampirin hikâyedeki rolünü dönüştürmeye yardımcı olur.
Örneğin Sinners, yasakların ve ırkçılığın damga vurduğu bir dönemde geçiyor; Nosferatu ise 1800’lerde, bilgi ve araç eksikliğinin vampirin bir şehri yerle bir etmesine olanak sağladığı bir zamanda geçiyor. Pek çok film, bu karakterleri derinlemesine işleyebilmek için şüphecilik ya da bağnazlık gibi unsurlardan yararlanıyor.
Robert Eggers, Nosferatu’nun bu yeni versiyonunun yönetmen koltuğunda ve başrolde Lily-Rose Depp yer alıyor. Nosferatu, olağanüstü bir görüntü yönetimine, etkileyici oyunculuklara ve yoğun psikolojik korkuya sahip; gotik ve karanlık bir atmosferle örülü bu hikâye, lanetli bir kadını konu alıyor. Kocası önemli bir anlaşmayı tamamlamak üzere uzaklara seyahat ettikten sonra, bu kadın rahatsız edici vizyonlar görmeye başlıyor. Çok geçmeden, tehlikeli bir vampirin takıntısı hâline geldiğini ve bu vampirin ona sahip olmak uğruna tüm şehri yerle bir etmeye, onun sevdiği her şeyi yok etmeye kararlı olduğunu anlıyoruz. Şehir halkı peşlerini bırakmayan kötülüğün bir veba ya da salgın olduğunu sanarken, yalnızca bu kadının vampiri durdurabilecek ve herkesi kurtarabilecek kişi olduğunu fark etmesiyle hikâye doruğa ulaşıyor.
Francis Ford Coppola, Bram Stoker’ın ünlü romanından uyarlanan bu 90’lar klasiğinin yönetmenliğini üstlendi. Gary Oldman, bu filmle sinema tarihinin en iyi Drakula yorumlarından birine imza attı ve hikâye, klasik vampir anlatısına sadık kalan bir çizgide ilerliyor. Keanu Reeves, gizemli bir kontla tanıştıktan ve onun bir vampir olduğunu keşfettikten sonra, nişanlısını korumaya çalışan Jonathan Harker’ı canlandırıyor. Vampir, nişanlısını gördüğünde onu yüzyıllar önce sevdiği ve kaybettiği kadının reenkarne olmuş hali sanarak, onu elde etme arzusuyla tehlikeli bir takibe başlıyor.
Saoirse Ronan ve Gemma Arterton’un başrolleri paylaştığı bu korku ve fantastik gerilim filminde, iki gizemli kadın, küçük bir sahil kasabasındaki ıssız bir otelde saklanmaya başlar. Ancak kısa sürede kasaba halkı, onların göründükleri gibi olmadığını ve tehlikeli bir sırrı gizlediklerini fark eder. Sırları açığa çıkmaya başladığında, geçmişleriyle yüzleşmek ve son 200 yıldır olduğu gibi hayatta kalmanın bir yolunu bulmak zorunda kalırlar. Bu iki kadın vampirdir ve karmaşık geçmişleri, bir şekilde şu an yaşadıklarıyla iç içe geçmiştir.
Spike Lee’nin yönettiği bu film, başka bir vampir hikâyesi olan Ganja & Hess’in yeniden çevrimidir. Da Sweet Blood of Jesus, dram, korku ve romantizmi bir araya getirir. Hikâye, asistanı tarafından lanetli bir hançerle yaralandıktan sonra insan kanı tüketme konusunda bastırılamaz bir arzuya kapılan bir antropoloğu konu alır. Tam anlamıyla bir vampir olmasa da, kan arzusunu kontrol edemez ve işler, yerel bir kadınla ilişkiye başladıktan sonra iyice karmaşık hâle gelir. Bu ilişki, ona aşk, bağımlılık ve kendi doğası hakkında bildiği her şeyi yeniden sorgulatır.
Ian McKellen ve Scott Glenn’in başrollerde yer aldığı bu film, vampirleri ve Nazileri bir araya getiriyor. The Keep, bir grup Nazi askerinin Romanya’daki eski bir kaleyi korumakla görevlendirilmesiyle başlıyor. Ancak bu askerler, kalenin duvarları arasında hapsolmuş karanlık ve korkutucu bir varlığı yanlışlıkla serbest bırakırlar. Gizemli bu varlık, askerleri tek tek öldürmeye başlar ve Naziler, kaleyi ve tarihini iyi bilen Yahudi bir adam ve onun kızıyla iş birliği yapmak zorunda kalır. Bu ikili, serbest bırakılan canavarı yenebilecek tek kişilerdir.
Bruce Campbell ve David Carradine’in başrollerinde olduğu bu film, western dokunuşlu bir korku komedisi. Sundown: The Vampire in Retreat, güneş kremi süren ve dışarı çıkmak için şapka takan emekli vampirlerin yaşadığı küçük bir kasabada geçiyor. Ancak, Van Helsing soyundan gelen bir adam kasabaya geldiğinde vampirlerin düzeni altüst olur. Artık hayatta kalabilmek ve kurdukları yaşamı koruyabilmek için normal insanlar gibi davranmak zorundadırlar.
Michael B. Jordan ve Hailee Steinfeld’in başrollerinde yer aldığı bu Ryan Coogler filmi, Jim Crow yasaları ve alkol yasağı döneminin ortasında, Mississippi’de geçiyor. Hikâye, Chicago’da servetlerini yaptıktan sonra Mississippi’ye dönen iki kardeşi konu alıyor. Bu iki kardeş, olağanüstü yetenekli bir müzisyen olan kuzenlerinin yardımıyla, Afro-Amerikan topluluğu için bir gece kulübü açmaya karar veriyor. Kulüp, rahatlayıp kutlama yapmak için bir mekân olarak başlasa da, kısa sürede tek amacı gece bitmeden herkesi yok etmek olan bir vampir üçlüsünün dikkatini çekiyor. Hayattakiler bu kulüpte kapana kısılıyor ve dönüşmemek için ellerinden gelen her şeyle savaşmak zorunda kalıyorlar.
BU İÇERİK İLK OLARAK GQ MEXICO Y LATINO AMERICA WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.