Girit... Akdeniz’in doğusunda, Yunanistan’ın ucunda, büyüklü küçüklü diğer adalardan ayrı, bir başına duran, uzun ince bir tuhaf ada... Çorak tepeler, saklı koylar, denize dik inen dağlar... Bitki örtüsü maki, yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı: Hepimizin hep bildiği o rutin coğrafi bilginin örnek adası yani.
Ama bir de şu var: Girit, 2. Dünya Savaşı’nın kaderini belirleyen başıbozuk, isyankar bir toprak parçası aynı zamanda. Alman ordusu orada Fransa, Polonya ve Yugoslavya’da kaybettiği askerlerin toplamından daha fazlasını kaybetti.
Nazilerin yargılandığı Nürnberg Duruşmaları sırasında Hitler’in genelkurmay başkanı, Mareşal Wilhelm Keitel şu sözleri, idam edilmeden hemen önce Girit için sarf etmişti mesela: “Yunanların inanılmaz direnişi, Rusya’ya saldırıyı çok önemli iki-üç ay boyunca erteledi. Bu kadar gecikmeseydik savaşın sonucu çok farklı olacaktı, burada da (sanık kürsüsünde) biz değil başkası oturacaktı.”
Bu nasıl mümkün oldu? Hitler’in dünyada nereleri zaptedeceğine karar vermek için masaya yaydığı haritada, koca ülkeler arasında bir minik ayrıntı gibi görünen Girit, savaşın gidişatını nasıl değiştirdi? Christopher McDougall isimli Amerikalı yazar, nisanda yayımlanan, Natural Born Heroes (Doğuştan Kahramanlar) isimli kitabında, hem 2. Dünya Savaşı’ndaki bu zorlu direnişi hikaye ediyor hem de tarih kitaplarının pek yer vermediği alternatif bir alana giriyor: Savaş stratejileri, mühimmat, lojistik tamam da; bir ada, tamamı köylü kadınları ve erkekleriyle, dünyayı yıldıran, ezici bir güç karşısında nasıl ayakta kaldı? Born to Run isimli bir önceki kitabı aylar boyu bestseller listelerinin tepesinde kalan McDougall, cevabı Girit’in kadim bilgisinde görmüş: Bir Antik Yunan gibi davranmış adalılar; asırlar boyu geliştirilen hayatta kalma, mücadele etme ve savaşma hünerini kullanmışlar. Kahramanlara en çok ihtiyaç duydukları zamanlarda Yunan mitolojisindeki kahramanlardan kopya çekmişler. “Yahu şimdi Zeus, Herkül, Athena, Olimpos Dağı tanrılarının işleriyle bizim ne alakamız olur” dememiş, “Homeros’un anlattığı, biraz da senin hikayen” diye girişmişler mücadeleye. McDougall da, bölgede araştırma yapan efsane arkeologlara referans vererek meseleyi böyle özetliyor zaten: “Mitolojik anlatılar, insanların bizzat yaşadığı hikayelerin başka bir kılığa sokularak, araya süper kahramanlar katılarak tekrar hikayeleştirilmesidir, başka bir şey değil.”
Ama yine yazara göre bunları unuttuk. İnsanların sinemadaki, televizyon dizilerindeki, mitolojik hikayelerdeki süper kahramanları kıskandıracak kadar kendine yettiği zamanlar vardı. Spor salonlarına gitmeden fit kaldığı, kendi imkanlarını ve sınırlarını bildiği, doğayı tanıdığı, hakkıyla sıçradığı, tırmandığı, koştuğu, yüzdüğü ve savaştığı zamanlar... Batman’in, Thor’un, Herkül’ün sıradan bir insan hikayesi gibi anlatılabileceği zamanlar...
Art arda 10 maraton koşulur mu?
M.Ö. 490’da, Maraton Savaşı sırasında Atina, Pers saldırısından bunaldığı sırada Pheidippides, Sparta’dan yardım istemek için art arda 10 maratondan fazlasını koştu mesela. Romalı tarihçi Plinius Secundus, dokuz yaşında bir çocuğun öğleden akşama dek hiç durmadan 120 kilometre koştuğunu anlatıyor. Abartı mı? Yalan mı? Belki de... Ama uzak geçmişin karanlığında kaybolmak yerine, bugüne, Meksika’nın ölümcül Bakır Kanyonu’nda ayakta kalma sanatının inceliklerini öğrenmiş Tarahumara yerlilerine bir bakalım. Tarahumaralar hiç durmadan, dinlenmeden ve yaralanmadan o yalçın kayalıklarda çoluk çocuk, kadın erkek, yüzlerce mil koşuyor. Üstelik bunu binlerce yıldır yapıyorlar. Dünyanın en iyi ultra maraton koşucularıyla yaptıkları yarışlarda anlı şanlı şampiyonlara nal toplatıyorlar.
Giritliler de koşuyordu. Dünyanın her yerindeki her insanın her atası da... Hem de aynı bilgiyle. Ayakta kalma bilgisi, bir zamanlar insanlığın en kıymetli varlığıydı. Yazar McDougall, 2. Dünya Savaşı’nda muazzam Alman ordusunu bir küçük adada oyalayanın da işte bu bilgi olduğunu söylüyor. “Giritliler kahramanlıklarını bundan devşirdi” diyor.
Bir küçücük ayrıntı daha var McDougall’ın anlattığı. İnsanlık, tarihinin önemli bir kısmında, kahramanlık işlerini pek şansa bırakmadı. “Beşinci günün şafağında doğuya bakın” diyen bir Gandalf’ın çıkması beklenmedi mesela. İnsanlık bilgisi kuşaktan kuşağa aktarılan bir eğitimdi. Zaten aktaracak başka bir şey de yoktu! Doğru beslenme, bedensel ustalık, zihinsel kondisyon... Kahramanın yetenekleri çalışılır, sınanır, mükemmelleştirilir ve yeni gelenlere iletilirdi.
Ölmeyen kahraman makbule geçer
Nüans önemliydi bu işte. Kahramanlıktaki esas mesele, cesur olmak değildi örneğin; cesareti gereksiz hale getirecek denli yetkin olmaktı. Bir dava uğruna ölmeyi değil, ayakta kalmayı becermek gerekiyordu. Bunlar için de güç, dayanıklılık, çeviklik gibi unsurları diri tutmak lazımdı.
Adayı dolaşıp tanıklıkları dinleyen McDougall, 2. Dünya Savaşı’ndaki Giritlilerin (kısmen günümüzdekilerin de) bu bilgiye vâkıf olduğunu yazıyor. Örneğin bugünlerde hepimizin yaptığının aksine, bedenlerindeki yağı bir yakıt olarak kullandıklarını anlatıyor. “İnsan bedeninin beşte biri yağdan oluşur” diyor yazar: “İşe yarar enerji de buradan sağlanır. Sizi tutuşturur ve saatlerce bir lokma yemeden dağlarda keçi gibi hoplayıp zıplamaya hazır halde tutar.” Güncel örnekler de mevcut. Tarihin gördüğü en büyük triatlet olan ve 1990’larda “dünyanın en fit adamı” olarak bilinen Mark Allen (Triatlonda altı defa dünya şampiyonu oldu, kariyeri boyunca girdiği her yarışı ilk üçte bitirdi) karbonhidrat yerine yağ yakma tekniğini uygulamaya başladığında önü açıldı mesela.
Yazının tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Haziran sayısında ve GQ Türkiye Dijital edisyonunda...