"En büyük trajedi, insanın rakibine değil kendisine yenilmesidir."
Cus D’Amato
John Berger’ın bir kitabında okumuştum. İnsanın görsel olanın bir daha tekrarlanmayacak, anlık bir karşılaşma sonucu ortaya çıktığını unutma eğiliminde olduğunu vurgulamak isteyen yazar, ünlü ressam Oskar Kokoschka’nın bir anısından bahsediyordu. Kokoschka canlı modelle çalışmalarını istediği öğrencilerinin fırça darbelerinin tutukluğunun farkına vardığında, çaktırmadan modelin kulağına eğilerek bir süre sonra yere yığılmasını istediğini fısıldamış. Model aniden kendini yere bırakınca da başına koşmuş, nefes alış verişini kontrol etmiş, kalbini dinlemiş ve şaşkınlıktan donup kalan öğrencilerine dönerek modelin öldüğünü söylemiş. Sınıfta buz gibi bir hava olmuş. Tam o sırada model ayağa kalkıp pozunu almış. “Şimdi çizin onu” demiş Kokoschka, “Ölü değil de canlı olduğunun farkındaymışsınız gibi çizin!”
Bu küçük hikaye aklınızın bir köşesinde bulunsun. Ben size babasını hiç tanımayan, annesinin bedenini satarak kazandığı parayla büyüyen, Brownsville sokaklarında sürekli itilip kakılan, yemeğini okuldaki büyük çocuklara gönüllü olarak vermediği için her gün dayak yiyen, kuytu köşelerde tacize uğrayan, gözlüklü, tombul, içine kapanık bir veledin hayatta kalma mücadelesini anlatayım.
Mike Tyson, günün her saati polis ve ambulans sirenlerinin çaldığı bir mahallede büyüdü. O mahallenin çocukları ot çeker, içki içer, kumar oynar ve hırsızlık yapardı. Hayatta kalabilmesinin tek yolu, bir çeteye üye olması ve hırsızlık yapmasıydı. Payına fazla bir şey düşmezdi ama bazen yediğinden, bazen giydiğinden kısar, beslemek için güvercin alırdı. Bir apartmanın çatı katında gizlice beslediği güvercinlerine hayatta her şeyden daha çok değer verirdi. O yüzden mahallenin ağır abilerinden biri güvercinlerinden birinin boynunu kırıp üzerine fırlattığında gözü dönmüş, ilk yumruğu sallamıştı. Sonuç tahmin ettiğiniz gibiydi. Kendinden büyük çocukları acımasızca dövdüğü efsanesi hızla yayılmış, komşu mahallelerden onunla dövüşmeye gelenler olmaya başlamıştı. O güne kadar onu tartaklayan, taciz eden herkesten sırayla intikamını alıyordu. Ufak tefek suçlardan cezaevine girmek, rutini haline gelmişti.
13 yaşında ilk ciddi suçundan hüküm giyip gönderildiği cezaevindeki gardiyanlardan birini boks yapmayı öğretmeye ikna etti. Doğuştan gelen bir yeteneği olduğunu fark etmemek için kör olmak gerekiyordu. Gardiyan onu dünyaca ünlü boks eğitmeni Cus D’Amato ile tanıştırabileceğini söyledi. Cezasının bittiği gün, birlikte New York’a gittiler. Çok sayıda dünya şampiyonu yetiştirmiş D’Amato, artık inatçı ve aksi bir ihtiyardı. Yine de Tyson’ı ringde birkaç dakika izledikten sonra “Sözümü dinlersen evlat, seni dünyanın en genç ağır sıklet boks şampiyonu yaparım” dedi.
Cus D’Amato, Mike Tyson’ın başına gelen en güzel şeydi. Cezaevinden yeni çıkmış bir serseriyi evlat edindi, evine aldı. Bütün gün antrenman yapıyor, yemek yiyor, uyuyor, yeniden antrenman yapıyorlardı. Okuma yazma öğretti, efsane boksörlerin hayat hikayelerini ezberletti. Son nefesine kadar her an ona, dünyanın en genç şampiyonu olacağını tekrarlattı. Tyson, bir çocuğun babasını mutlu etmek için çabalamasının nasıl güçlü bir duygu olduğunu anlamıştı. 1985 yılında, ilk profesyonel maçında, rakibini 8’inci saniyede nakavt etti.
O günden sonra arka arkaya 19 galibiyetinin tamamını nakavtla alırken, bunlardan 12 tanesinde maç sadece tek raunt sürmüştü. Seri galibiyetlerin ardından Cus, bir basın toplantısında, “Ben Mike’ı dünya şampiyonu yaptığımda değil, benim varlığımdan bağımsız bir dünya şampiyonu yaptığımda başarılı olurum. Ben gittiğim zaman sadece dövüşmeyi değil, kendi başının çaresine bakmayı da biliyor olacak. Yaşlı bir adam olduğumun farkındayım ama o bunu başarana kadar hiçbir yere gitmiyorum” dedikten kısa bir süre sonra vefat etti. Tyson, 1986 yılında Trevor Berbick’i yenerek en genç ağır sıklet boks şampiyonu oldu. Kemerini alır almaz babasının mezarına koştu ve saatlerce ağladı.
Karısını Brad Pitt’le yakalayınca...
Bir anda, dünyanın en hayranlık duyulan sporcularından biri olmuştu. Hayatında görmediği kadar çok parası vardı. Etrafı dünyanın en güçlü adamıyla birlikte olmak için yanıp tutuşan kadınlarla dolup taşıyordu. Aralarından en güzel ve “akıllı” olanı, genç şampiyonu evlenmeye ikna etti. Robin Givens’ın Tyson’ı kandırması zor olmamıştı, sert adam sevgiye açtı. Sekiz aylık evlilikleri, bir antrenman sonrası eve geldiğinde, Robin’i Hollywood’un tüyü bitmemiş delikanlısı Brad Pitt’le bastığı gün bitti. Boşanma sürecinde karısı ve annesinin evliliği boyunca mal varlığını nasıl hortumladığını fark ettiğinde, aşka inancını da tamamen kaybetti. Dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydi. Cus gittiğinden beri, ona layık bir evlat olabilmek için çok çalışmıştı. Yaşlı adamın huzur içinde uyuyabilmesini sağlayacak şampiyonluk kemerinden başka hiçbir şey düşünmeye vakti olmamıştı. Tüm dünyaya alt edilemez bir canavar olduğunu kanıtlayarak Cus’ın ona koyduğu hedefe ulaşmıştı. Şimdiyse 20’li yaşlarının başında, banka hesabında milyon dolarları olan, aşka inancını yitirmiş, kariyeriyle ilgili ne yapması gerektiği konusunda en ufak bir fikri olmayan bir “çocuktu”. Her şeyi vardı ama hiç kimsesi yoktu. Cus’ın yokluğunun açtığı yaralar, daha yeni yeni kanamaya başlamıştı.
Antrenmanlara nadiren gidiyordu. Artık ringe çıkmak istemiyordu. Hatta odasından bile çıkmak istemiyordu. Yatağından yüzlerini ve sayısını hatırlayamayacağı kadar çok kadın gelip geçiyordu. Menajeri Don King bu durumdan hiç memnun değildi. 18 Kasım’da Razor Ruddock’la bir dövüş ayarladığını söyledi. Tyson, onunla dövüşebilecek kadar iyi olmadığının farkındaydı, birkaç gün kala bronşit olduğunu söyleyerek ringe çıkmayı reddetti. Menajerini morale ihtiyacı olduğuna ikna ederek nakavtla yenebileceği daha kolay bir rakip ayarlamasını istedi. Buster Douglas o dönemde karşılaşabileceği en zayıf isimlerden biriydi. Maçın Japonya’da yapılacak olması da hoşuna gitmişti Tyson’ın, çekik gözlü kadınlara düşkündü.
Tyson maç öncesi rakibinin son maçlarını izleme zahmetine girmeyecekti. Antrenman da yapmayacaktı; Douglas’ın terlemeye değecek biri olmadığını düşünüyordu. Beslenmesine dikkat etmediği için kilo almıştı, maça kadar acilen zayıflaması gerektiği için sadece yağ yakan, özel bir çorba içiyordu. Yediği içtiği umurunda değildi; kendine, kaldığı otelde çalışan tüm temizlik görevlileriyle birlikte olmak gibi saçma sapan bir hedef koymuştu. Bu, paranın satın alamayacağı bir hedef değildi. Otel müşterilerinin, Tyson’ın odasından gelen gürültülerle ilgili şikayetleri için de gerekli ödemeler yapılıyordu. Dış dünyayla iletişimini tamamen kestiği için, rakibinin bu maçı ölüm kalım meselesi olarak gördüğünü bilmiyordu. Douglas kısa süre önce eşi tarafından terk edilmiş ve annesini kaybetmişti. Ortalık Douglas’ın bu dövüşü annesine ithaf edeceği hikayesiyle çalkalanıyordu. Medyanın bir kahramanlık hikayesi yazmaya hazırlandığından haberi olmayan tek kişi, zevk-ü sefadaki Tyson’dı. Maçtan bir gece önce bile, odasındaki kadın sayısı çift basamaklıydı.
Yazının tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Nisan sayısında ve GQ Türkiye Dijital edisyonunda...