Thomas ve Rose Barwuah çifti, 1990 yılının 12 Ağustos günü ilk kez kucakladıkları çocukları için elbette farklı bir gelecek düşlüyordu. Ancak Gana göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Sicilya’da hayata gözlerini açan Mario, bağırsağındaki rahatsızlık nedeniyle hayatının ilk iki yılını yaşam mücadelesiyle geçirdi. 1992 ilkbaharında Brescia’ya taşınan aile, iki yılın sonunda Mario’nun hayatla kavgasına daha fazla destek veremez duruma geldiğinde, Sosyal Hizmetler Servisi’nin kapısını çaldı. Bürokratik sürecin sonunda, metal işçisi Thomas Barwuah ve eşi Rose’a, yakın zamanda yeni bir operasyon geçirmiş Mario’nun evlatlık olarak başka bir aileye teslim edilmesi önerildi.
Baba Barwuah, daha sonra o günleri anlatırken “Başta emin değildik, ancak biraz düşününce bunun Mario için daha iyi olacağına karar verdik. İşleri yoluna koyarsak, kısa süre sonra geri alabiliriz diye düşündük” derken istemeden de olsa çocuklarının ellerinden kayıp gitmesine izin verdiklerini söyleyecekti.
Kayıp zamanların acısı
Ancak işler pek de Barwuah’ların beklediği gibi gelişmedi. İlk etapta bir yıllığına Francesco-Silvia Balotelli çiftine teslim edilen Mario, gün geçtikçe yeni ailesine alıştı. Öz ailesi 10 yıl boyunca çocuklarını geri alabilmek umuduyla yasal yolları zorladı ama Mario’yu geri getirmek için avukata ödeyecek paraları yoktu. Balotelli’ler her seferinde evlatlık süresini uzatmayı başardı. Francesco-Silvia çiftinin elinde büyümeye devam eden Mario, belirli aralıklarla öz ailesiyle görüşmeyi sürdürdü. Eski yuvasına döndüğü zamanlarda kardeşleriyle vakit geçiriyor, buna karşın öz anne ve babasına zaman ayırmaktan kaçınıyordu. Ve sonunda Balotelli soyadını alarak, bir anlamda seçimini yapmış oldu.
Rose Barwuah, “O İtalya’da doğup büyüdü ama aynı zamanda hep yabancı olarak kabul edildi ve bundan dolayı hakaretlere maruz kaldı” sözleriyle oğlunun seçimine bir anlam yüklemeye çalışıyor. Mario’nun, bir anlamda içinde bulunduğu çevreye kendini kabul ettirebilmek amacıyla bu yolu seçtiğini düşünüyor. Belki de haklıdır. Zira bugün gelinen noktada, Barwuah ailesi içindeki adıyla Süper Mario’nun kimseye kendini kanıtlamak gibi bir gereksinimi yok.
Karanlık bir gelecek ihtimaliyle dünyaya gözlerini açan, hayatının ilk iki yılını yaşam mücadelesiyle geçiren Mario Balotelli, şu sıralar dünya futbolunun en dikkat çeken figürlerinden biri. Ve açıkçası, kaybettiğini düşündüğü zamanların acısını çıkarmak için de hayli sabırsız görünüyor.
Geleceğin ta kendisi
Kariyerine Lumezzane altyapısında başlayan, 15 yaşında A takıma yükselen, 2005 yılında Barcelona tarafından denenen ancak başarısız bulunan Mario, bir yıl sonra Inter’e imza atarken sadece gelecek vaat eden bir oyuncuydu. Şimdi ise geleceğin ta kendisi. Küçük arızalarıyla birlikte tabii...
Mario’yu bu kadar uyumsuz yapan, içindeki Barwuah’la Balotelli’nin kapışması belki de. Inter’de oynadığı dönemde kendi tribünleriyle restleştiğinde, herkes “arıza” bir futbolcunun kapılarını çaldığını yeni fark ediyordu. Ama o bununla yetinmedi; “Milano denince aklıma Milan geliyor!” diyerek Inter’in ezeli rakibine duyduğu sempatiyi dile getirdi. Yetmedi, Milan Store’dan torbalar dolusu alışveriş yaptı.
İtalya Milli Takımı’nın Faroe Adaları ile oynadığı maçta yedek kulübesindeki Mario’yu oyuna sokmaya hazırlanan teknik direktör Cesare Prandelli, elinde iPad’ini kurcalayan bir futbolcuyla karşılaşmayı beklemiyordu. Tıpkı, Brescia’daki kadınlar cezaevinin güvenlik görevlileri gibi. Kardeşi Enoch’a “Hapishanenin içini görmek ister misin?” demiş, evet cevabı alınca da arabasıyla açık gördüğü kapıdan içeri girivermişti. Güvenlik görevlileri durdurduğunda “Özel izin almamıza gerek olduğunu düşünmemiştim, kapıyı açık görünce bir bakalım dedik” diyecekti. İşin garibi, tüm bu söylediklerinde samimiydi. Ve biraz da saftı, hem de bir mafya soruşturmasıyla ilgili ifadesinde, ziyaret ettiği mafya üyesinin evinde bir masanın üstünü kapatacak kadar uyuşturucu gördüğünü söyleyecek kadar...
Çok yetenekli ama beyni yok
Mario, 20. doğum günü olan 12 Ağustos 2010’da 30 milyon euro karşılığında Manchester City’ye imza attığında, sıradan bir insanın 20 yıla sığdıramayacağı kadar çelişki ve anıyı da arkasında bırakıyordu. İçindeki Barwuah-Balotelli kavgası ise peşinden gelecekti.
Manchester’a yerleştikten kısa süre sonra, “Burada kendimi iyi hissetmiyorum. Evimi özledim ki, evim Brescia’dır, Milan değil” diyerek ilk sinyali verdi. Inter’deki teknik direktörü Jose Mourinho, onun için “Çok yetenekli ama beyni yok” demişti. Dinamo Kiev’le oynadıkları Avrupa Ligi maçı öncesinde ısınma yeleğini giyemediği görüntüler, Mourinho’yu doğrular nitelikteydi. Eksi 6 derecede oynadıkları maçın ikinci yarısında “Çime alerjim var” diyerek oyundan çıktığında, sadece üşüdüğü için böyle bir yalana başvurduğunu söyleyenler oldu. Çocukça bir yalan? Belki de... Genç takım oyuncularına odasının penceresinden dart oku fırlattığı için 100 bin sterlin ceza aldı. Çocukça bir şaka? Kesinlikle...
Aslında, Mario için bugüne kadar birçok olumsuz sıfat kullanıldı. Karıştığı bir trafik kazasının ardından üstünü arayan polisin “Neden 5 bin sterlin nakit taşıyorsun?” sorusuna “Çünkü zenginim” diyecek kadar görgüsüz, FIFA Yılın Genç Futbolcusu Ödülü için çekiştiği rakibi Jack Wilshere’i tanımadığını söyleyecek kadar da kibirli. Kız arkadaşı hafta sonu için İtalya’ya gittiğinde bir porno yıldızıyla buluşacak kadar sadakatsiz, takım arkadaşı Micah Richards ile antrenmanda yumruk yumruğa kavga edecek ölçüde de saldırgan. Los Angeles Galaxy ile oynadıkları hazırlık maçının ilk yarısında, boş pozisyonda topuğuyla gol atmak isteyecek kadar saygısız ve Tottenham’la oynadıkları maçta rakibi Scott Parker’ın suratına basacak kadar da gaddar.
Sahi, neden hep o?
Onunla ilgili en doğru söz ise City’deki teknik direktörü Roberto Mancini’ye ait. Mario’nun bir gece kulübünde sigara içerken görüntülendiği hatırlatıldığında, İtalyan teknik adamın cevabı “Annesi ya da babası değilim ama benim oğlum olsaydı, kıçına tekmeyi basardım” olmuştu. Bunlar, kağıt üstünde ikişer anne-babaya sahip Mario’nun, asla gerçek bir ebeveyne sahip olmamasının sonuçları mı? Belki de...
Arkadaşlarıyla havai fişek ateşlemeye çalışırken evinin banyosunu yakan 21 yaşındaki bir insanın, “içindeki çocukla” henüz hesabını göremediğini söylemek çok da yanlış olmaz. 36 saat sonra çıktığı Manchester derbisinde attığı golden sonra formasını başına geçirip, içine giydiği tişörtte “Neden hep ben?” yazısını göstermesi de bu isyanın bir parçası.
Her şeye rağmen Mario’nun “kötü” biri olduğunu söylemekte zorlanıyorsak, bu ve bunun gibi detaylar yüzünden. Manchester’da bir pub’a girip herkese bira ısmarlayan, oradan kiliseye geçip yüklü bir bağış yapan, Noel’de Noel Baba kıyafetiyle arabasına atlayıp şehrin varoşlarında önüne gelene para dağıtan, uğradığı benzincide arabasından inerek “Herkes deposunu doldursun, ücreti ben ödüyorum” diyen, sıkıştığı için önüne çıkan ilkokula dalıp çocuklara tuvaletin yerini soran, çıkışta öğretmenler odasına uğrayıp öğrencilerle muhabbet eden, üniversite kütüphanesine girip herkesin kitap borcunu kapatmak isteyen bir adam ne kadar kötü olabilir ki?
Doğrudur; içindeki Barwuah ve Balotelli’nin kavgası sürdükçe, Mario da bu gelgitleri yaşamaya devam edecek. Bazen yaramaz bir çocuk, bazen uslanmaz bir aptal, bazense herkesi mutlu etmek için uğraş veren kendi çapında bir Robin Hood. Ama neredeyse her parçası endüstriyel futbolun çarklarında bir dişli olmaya yüz tutan futbol dünyasının içinde “özel” bir renk olarak kalacak. Bu bile onu sevmeye yetmez mi?