Kafasını skorla bozmuş bar çapkınlarının cevabı buydu en azından. Tuhaf bir hikaye bu. Tha New York Times’ta, Rolling Stone’da çalışan gazeteci-yazar Neil Strauss, gönül ilişkilerinde başarısız olunca, kendini düze çıkaracak bir formül arayıp bulmuştu. Önce internet ortamında tanıştığı “baştan çıkarma sanatçılarının” arasına karıştı, sonra onlardan biri oldu ve nihayet bu alanda “dünyanın en iyisi, en hızlısı” haline geldi. Anılarını yazdığı kitap şimdi on yaşında. Ama değişen bir şeyler var: yazarı tövbe etti, okurlar suça karıştı… The Game’in sıradışı hikayesine buyurun.
2004 yazı. Los Angeles’ta bir bar. Dizi yapımcılarının asistanları orada. Radyo şöhretleri orada. Başaltı komedyenler, bir dönemin esas oğlanları, esas kızları orada. “Zamane ünlüleriyle eğlenmek nasıl bir şey” merakıyla Amerikan taşrasından kalkıp gelen kalantor para babaları, yeniyetme-yeni zengin Ruslar, Çinliler orada. Şansını bir de Hollywood’da denemek isteyen Teksaslı, Oklahomalı, Arizonalı genç kadınlar (bir zamanlar bizde olsa “ünlü olmak için evden kaçan” denirdi), Los Angeles’ın namlı striptiz kulüplerinde çalışan güzeller orada… Esas ünlüler, yani Brad Pitt, George Clooney, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Scarlett Johansson klasmanındakilerse o gün oradakilerin hiçbirinin giremeyeceği özel Hollywood partilerindeler. Ya da Avrupa’dalar…
Yani herkes birbiriyle yetinmek zorunda. Aradıkları her neyse, onun için birbirlerine muhtaçlar. Sadece network, sadece ilişki, sadece seks… Ya da hepsi birden. Prototipler en çok kimsenin kimseyi tanımadığı bu gibi yerlerde kendini gösteriyor. Eski şöhretler, güzel buldukları genç kadınların masasına yanaşmaya başladı bile. Ya da tam tersi; kadınlar gözlerine kestirdiği adamlara yaklaşıyor. Çinliler cesaret edemiyor, içkilerine odaklanıyor. Ruslar zaten çoktan içmiş. Para babaları kokteyller ısmarlayarak, kaba saba espriler yaparak girişimlerde bulunuyor.
Bazıları da tüm bu hareketleri uzaktan izliyor. Gördüklerine gülüp geçiyor, kendi sıralarının gelmesini bekliyor. Ne zaman gelecek bu sıra? İlgilerini çeken birisi nihayet belirdiğinde. O da olmazsa, canları ne zaman isterse…
Kendilerine “BÇS” adını veren insanlar bunlar. Yani “baştan çıkarma sanatçıları”. Gözlerine kestirdikleri herkesi istedikleri an baştan çıkaracaklarını, elde edebileceklerini iddia ediyorlar. Bunu da kimseyi zorlamadan, sadece konuşarak, anlaşarak, eğlenceli davranarak yaptıklarını… Hepsi erkek. Heteroseksüeller; sadece kadınlarla ilgileniyorlar. Bu işe bir “oyun” olarak yaklaşıyorlar. Her oyunun olduğu gibi bunun da kuralları var.
Bir kadına nasıl, ne zaman yaklaşmalı? Onu ne şekilde, ne söyleyerek etkilemeli? Ortamdaki diğer erkekleri, hele “alpha male”leri nasıl sindirmeli? Ne zaman pas geçmeli? Ne zaman ısrar etmeli? (Bu yazının konusu “oyun”u oynayanlar; kendi teorileri, hayat görüşleri vs. var ama bir yandan da az sonra göreceğiniz başka tür bir sefalet de mevcut. Her şeyden öte mesele şu: En azından bu satırların yazarı olarak önerim, “ne zaman ısrar etmeli” sorusuna cevap “hiçbir zaman”dır).
Uzakta değil, içimizden biri
Bu oyunun oyuncusu çok. Bir yeraltı topluluğu gibiler. Değillerse de kendilerini böyle nitelemeyi seviyorlar. “Mystery”, “Juggler” gibi lakaplar kullanıyorlar. ABD’de, Avrupa’da, Avustralya’da, hatta Türkiye’de (çevrenize daha iyi bakın, “Otisabi” karakteri hiç yoktan çıkmadı herhalde) iş tutuyorlar (kendi deyimleriyle “operasyon yapıyorlar”). Bazen buluşup, bazen tek başına gecelere akıyorlar. Önceden ezberledikleri sözlerle, davranış kalıplarıyla, eğitildikleri biçimde kadınlara yaklaşıyorlar. “Guru”larının sözünden çıkmıyorlar.
Bir yerde “motivasyon” varsa, hemen yakınında bir guru da vardır. Elbette barlarda da var. Karşı cinsin nasıl tavlanacağını, dikey pozisyondan yataya nasıl geçileceğini çok iyi, en iyi bildiğini iddia eden gurular bunlar.
Bu yazıda da var bir guru… Hem de aramızdan, basından biri; bir meslektaş. Bir gazeteci-yazar. Bu alana bir çaylak olarak girmiş, sonra “en yüksek mertebelere erişmiş” bir baştan çıkarma sanatçısı. Dünyanın dört yanından bar çapkınları tarafından örnek alınan, metotları kopyalanan, açılış cümleleri Tokyo’dan Londra’ya kadar tekrarlanan bir çapkın: Neil Strauss. Ortamlardaki adıyla “Style”…
Kimse kendini güvende hissetmesin
Bir başka BÇS’nın ifadesiyle, dünyanın bu alandaki en iyisi (di’li geçmiş zamandan bahsediyoruz elbette, 2005’te olduğumuzu hatırlatalım ama “oyun” her yerde devam ediyor) Style. Onu Thundercat lakaplı “sanatçı” anlatıyor:
“Style denen adam, oyundaki en iyi kişi. O muhtemelen gördüğüm en kötü, en sinsi, en manipülatif pislik. Esas özelliği hiç fark edilmeden hareket etmesi; bu yüzden de bu kadar tehlikeli. O kadar zeki ki ne olduğunu anlamadan kendinizi ona beğendirmeye çalışırken buluyorsunuz ama o, sizi nasıl istiyorsa öyle elde ediyor. Üstelik bunu erkek-kadın ayırmadan yapıyor. Kimse kendini güvende hissetmesin. Style’ın ne kadar muazzam olduğunu anlatmak için şu kadarını söyleyeyim: O, en iyilerin kullanıp öğrettiği birçok taktiği icat eden kişi. Doğası gereği Makyavelist. Ondan hem korkuyor hem de ona saygı duyuyorum. Bu adamın tipinin de gayet sıradan olduğunu düşünürseniz, gelmiş geçmiş en kuvvetli Jedi’ın kim olduğunu anlarsınız.”
Sözcüklerin gücü adına
Bu tip laflar çok kişi için söylendi. Oyuncular, bankerler, modeller…Neil Strauss, bu tür bir “övgüyü” alan ilk ve son gazeteci muhtemelen. Üstelik bu sözlere neden muhatap olduğu da 2005’te yayımlandığında sansasyon yaratan, uzun süre çoksatan listelerinin bir numarasından inmeyen, Türkçe dahil onlarca dile çevrilen kitabı “The Game: Penetrating the Secret Society of Pickup Artists” (Türkçede Goa Yayınları’ndan “Oyun: Kadın Avcılarının Gizli Dünyasına Giriş” adıyla çıktı) kayıt altına alınmıştı. Geçen günlerde onuncu yaşını kutlayan kitap, yazarının yaşamı bugün çok farklı bir noktada seyretse de, hâlâ çok etkili. Üstelik sadece kafelerde, barlarda değil. Suç ortamlarında da… Hem de bu konunun kıyısından köşesinden geçeceğini düşünmeyeceğiniz suç ortamlarında.
Geçen yılın sonlarına gidelim. Kasım ayında Londra polisi, 40 yaşlarında bir İngiliz kadını dolandıran bir internet çetesini yakaladığını ilan etti. Olay hem biraz tanıdık hem de biraz karışık…
Kendilerini Benin’de iş yapan Christian Anderson adlı bir işadamı olarak tanıtan bu çete, zengin kadına kur yapıyordu. Sonrası, bu tür dolandırıcılık faaliyetlerinin tipik istekleriyle ilerledi. “Paramı şuraya kaptırdım, bana yardım et”, “Malları gümrükten çıkarmam lazım”, “Şu ödemeyi de yaparsam, kazanacağımı kazanır hemen sana gelirim; birazcık kredi açsan”… Olayın, genelde Afrika kaynaklı bu sahtekarlık faaliyetiyle tek farkı, işin içinde romantizmin de olmasıydı. Christian Anderson, zengin kadının kalbine girmiş, ona ne istiyorsa yaptırıyordu. Hatta açıklanan bazı yazışmalara göre, kadının güveninin kırıldığı, “Yok artık” dediği anlarda yeni taktiklerle devreye giriyor, kurbanını kendine bağlamayı yine beceriyordu. Bunu nasıl yapıyordu peki? İngiliz basını, polisin, “becerikli Bay Anderson”un evinde bulup sergilediği bir kitapla özellikle ilgilendi. Hangisi olduğunu tahmin ediyorsunuzdur: The Game…
Kitabın delil poşeti içindeki fotoğrafları gazeteleri süslüyordu. Londra polisi, özellikle “İçindekiler” bölümünü göstermeyi seçmişti: Bir Hedef Seç. Yaklaş ve Aç. Değerini Kanıtla. Engelleri Etkisiz Hale Getir. Hedefi İzole Et. Duygusal Bir Bağ Kur…
Bir erkeğin iki temel güdüsü vardır
Paralel okuyunca, “sıkıntı var” gibi geliyor ama Strauss’un kitabı erkek ve kadın arasında mesafeyi kısaltmayı amaçladığını, bunu yaparken bir insanın birçok başka alanda da gelişim gösterebileceğini söylüyordu. Kitabın, bu tür bir “suç” için kullanılması sürpriz. Ama yayımlandıktan on yıl sonra bile hâlâ dünyanın dört yanından insanları etkilemesi sürpriz değil. Çünkü en temel meseleden, kadınlara ulaşamayan erkeklerden bahsediyor. Yazarın kitaptaki sözleriyle: “Yetişkinliğinin ilk yıllarında, bir erkeğin iki temel güdüsü vardır. Biri güç, başarı ve yetenek üzerinedir, diğeri de aşk, dostluk ve seks üzerine.” Strauss’un kitabı da zaten, en ilkel biçimiyle, bu güdülerin üzerine. Doğrusu, biraz da ilkel bir kitap bu. Belki de sırrı budur. Yani en ilkel mesajları doğrudan vermek işe yarıyordur.
Bu mesajlara Strauss’un kendisi de ihtiyaç duymuş. Baştan çıkarma sanatında ustalaştıkça özgüven kazandığını, insanlarla daha kolay iletişim kurduğunu, duruşunun değiştiğini, daha rahat ve akıcı hareket ettiğini hem kitabında hem de daha sonra verdiği onlarca röportajda anlatıyor. Bunlar normal belki; tuhaf olan, onun gibi birinin bu tür bir motivasyona ihtiyaç duyması.
Barda “canlı canlı” ders
Nedenini anlamak için biraz Strauss’un kariyerinden bahsedelim: Genç yaşında The New York Times’ta müzik yazarlığı yapan Strauss, oradan Rolling Stone dergisine geçti ve Kurt Cobain, Madonna, Tom Cruise gibi yıldızlarla kapak röportajları yapmaya, dosyalar hazırlamaya başladı. Yazdı, çizdi, ödüller kazandı. Gün geçtikçe çevresi genişliyor, sinema ve müzik dünyasından kendine yeni ve ünlü arkadaşlar ediniyordu. O kadar ki, müzik videolarında, dizilerde bile konuk oyuncu olarak yer almıştı.
Böyle birisinin ne gönül ne de çapkınlık işlerinde sıkıntı yaşamasını beklersiniz. Ama Strauss yaşıyordu… Beri yandan pratik de bir insan olduğundan bu işleri çözmek için kendine bir formül arıyordu. O formülü birtakım internet sitelerinde buldu. Kendilerine tuhaf isimler takan bazı “gurularla” yazıştı. Bunlardan biriyle, Mystery ile yıllar boyu arkadaş olacak, onunla hem ortak çapkınlıklara hem de ortak işlere imza atacaktı. İlk dersini de ondan “canlı canlı” aldı. Strauss ve kadınlarla (ayrıca hayatla) ilişkisi ondan daha vahim olan üç diğer öğrenci, guru Mystery ve yardımcısı Sin tarafından üç gece üst üste Los Angeles barlarına götürüldü. Öğrenciler bu gecelerde rastgele “baştan çıkarmalara” tanık oldu. Bir de kendi isimlerinin birdenbire değiştiğine…
Eğitiminin hemen başında Style ismini alan Strauss (bu işler lakapsız olmuyormuş) yıllar içinde bu alanda guru olduğunu iddia eden başka insanlarla da görüşecek, hepsinden bir başka teknik öğrenecekti. En azından kendisi böyle söylüyor…
Taktikler kitabı
Gurusu Mystery’den ilk öğrendiği, kendi gibi olmamaktı. Eski Neil Strauss renksiz, kokusuz, pek ilgi çekmeyen, hatta bir ortamda olduğu bile fark edilmeyen bir adamdı. Mystery ise tam aksine tavuskuşu gibiydi. Bir ortama girdiğinde, topuklu çizmeleri, siyah ojeli tırnakları ve renkli fularları kendini hemen gösteriyor, tüm gözler hemen ona çevriliyordu. Guru, eski Strauss-yeni Style’ı da bu yönde değiştirecekti. Renkli giyinmesini ve kafasını kazıtmasını salık verecekti. Style bu tavsiyeye uydu.
Sonra “açılış cümlelerine” çalıştılar. İncitmeyen, rahatsız etmeyen, hatta eğlendiren, düşündüren cümleler… Örneğin: “Arkadaşım iki köpek aldı; onlara 80’lerden popçu ismi koymak istiyor, ne koysun?” Bir zaman kısıtlamasıyla hareket etmesini gerektiğini de öğrendi Style: “Beş dakika sonra, arkadaşıma katılmam gerekiyor, o arada size şunu sorabilir miyim?” Eh, beş dakika… Bir barda herkese bu kadar katlanılabilir.
Oturup el yazısı çalıştı
Sonrası bir sızma harekatı… Bunun için insanların gerçekten ilgisini çekebilecek, onları eğlendirebilecek şeyler bilmek gerekiyordu. Örneğin küçük (hatta gerekirse iddialı) ilüzyon numaraları, el falı, burçlar, el yazısı okuma sanatı; bunun gibi ıvır zıvır… Her şeyden önemlisi de vücut dili. Style’ın bir numaralı uzmanlık alanı, iki insan arasında yaptığı küçük testlerdi (“birbirinizin en iyi arkadaşı mısınız” testi gibi). Bunlar ufak tefek manevralarla geçiştirilebilen şeyler değildi, gerçekten bilmek gerekiyordu. Style günlerce, aylarca uğraşarak öğrendiğini anlatıyor (bir başka gurudan NLP, bir başkasından da özgüven dersi alacaktı daha sonra).
Mystery’nin ve diğer guruların, bir ilişkinin tesis edilmesinin her aşamasında, doğal yolların yerine ikame edilebilen bir taktiği bulunuyordu. En ufak detaya kadar. Ortamda birbirini kıskanan iki kadın mı var? İki iyi arkadaş mı var? Bilinen bir erkek arkadaş mevcut mu? Yakınlarda bir “alpha male” mi var? Taktik taktik taktik… En bilineni, bir kadını aynı anda hem öven hem de eleştiren cümleler kurup (“Bu soğuk görünüşün altında altın gibi bir kalbin olduğuna eminim”) onları ikileme düşürmekti. Mystery, bu laflara maruz kalan bir insanın, muhatabının takdirini kazanmak için çabalayacağına inanıyordu. Bunun gibi şeyler… Ertesi güne kadar devam eden, bazen çekilmeyi, beklemeyi, hatta soğuk davranmayı bile içeren, bazısı “hastalıklı” görünen taktikler…
Çok kadın, hiç kadındır oğlum
Style bu işlerde başarılı olmakla kalmadı, sonradan katıldığı bu ortamın bir numarası konumuna yükseldi. Ders alırken ders verir hale geldiğini fark etti. Artık öğrenecek hiçbir şeyi kalmadığında da hayat ona öğretti. Tatmin olamama, doymuşluk hissi, depresyon… Yıkım…
Bu, ince bir nokta. Strauss’un açık yüreklilikle yazdığı kitaptan, çapkınlık ortamlarında çok ileriye gitmenin de kendine göre tehlikeleri olduğunu öğreniyoruz. Hele mevzu “öğrenilmiş çapkınlık” ise… Doğal yolla gelişmeyen ilişkiler bir noktadan sonra kabak tadı veriyor. İnsan gerçek ilişki sıcaklığının yoksunluğunu çekmeye başlıyor. Sonrası bol bol online porno, uyku ve depresyon hapları, sefalet… En azından başta Mystery olmak üzere, kendini bu ortamdan çekip alamayan guruların yaşadığı bu. Kitaptan anladığımız; âşık olup “bu dünyadan” kurtulanlar, yırtıyor. Teoman’ın şarkısındaki gibi hani: “Çok kadın hiç kadındır oğlum, yalnızlıktır sonu…”
Neil Strauss’un hayatı ne hale geldi peki? O da bu kasımda çıkardığı son kitabının konusuydu. “The Truth: An Uncomfortable Book About Relationships” (Gerçek: İlişkiler Hakkında Huzur Bozucu Bir Kitap) isimli eserinde, yıllarca ekmeğini yediği bu alanda (şaka değil; kitaptan sonra bir “randevu tavsiyeleri” şirketi kurdu, oyun çıkardı vs…) iş tutmaya nasıl tövbe ettiğini anlatıyor. Nedamet getirip uzun ilişki adamı olmaya nasıl çalıştığını, model eşi Ingrid De La O’yla nasıl evlendiğini, çocuk sahibi olmanın neden en önemli amaçlarından olduğunu ve nihayet hayatına o çocuk girince neler hissettiğini… Bu kitap da bestseller.
Yalnız, öyle görünüyor ki, Neil Strauss her türlü kazanıyor… Gerçek taktik bu olmalı.