Prensibimdir, akışına bırakırım
Müge Boz’u Şüphe’nin Meltem’i, Karakol’un Nesrin’i olarak hatırlarsınız, Leyla ile Mecnun’un Şirin’i olaraksa zaten unutamazsınız. İstanbul’da doğmuş, İzmir’de büyümüş, sonra Norveç’e gidip “İskandinav” olmuş bir insan. Boş zamanlarında kazak tasarlayıp anneannesine ördürüyor. Evinin boya badana işlerini kendisi yapıyor. Hatta varsa boyanacak kapı pencere, gülerek şöyle diyor: “Her türlü boya badana işleri için Müge Usta, 0532...”
Can yakana 10 şınav
Karaoğlan’ın sevgilisi Bayırgülü karakteri için çok ter dökmüş. Dövüş filmleri izlemiş, dans dersleri almış. O kadar çok çalışmış ki yönetmen Kudret Sabancı müdahale etmiş. “Biraz abarttım galiba” diyor.
Filmdeki Bayırgülü daha çok Kudret Sabancı’nın Bayırgülü. Tabii ki çizgi romandan esinlenildi ama Kudret Hoca’nın gördüğü, bildiği, istediği halini filme yansıttık. Ben karakteri oluştururken günlerce kadınların dövüştüğü filmleri izledim. Durdurup aynı hareketleri yaparak çalıştım. Sete geldim, dövüşüyorum. Kudret Hoca çekimi kesti, yanıma gelip “Müge ne yapıyorsun? Bayırgülü bu kadar iyi dövüşemez. Lütfen biraz kötü dövüşür müsün?” dedi. Boşuna çalışmışım o kadar. Gerçi bir buçuk ay dövüş dersi aldık ama bu, daha çok karşı tarafa zarar vermemek için yapılan çalışmalardı. Estetik olacak ama sert olmayacak. Eğer karşı tarafın canını yakarsan hemen 10 şınav şekme cezası veriyordu Kudret Hoca. Hiç ikiletmeden ben de çektim cezamı. Onca erkek içinde tek kadın olmak zordu. Onlar ne kadar koşuyorsa ben de koştum. Onlar ne kadar dövüştüyse ben de dövüştüm. Ne kadar bağırdılarsa ben de bağırdım. Sette prenses gibi oturmadım yani. Tek fark, onların elinde dövüş aletleri ve silahlar vardı, bende uzun saplı bir tava. Bayırgülü çok güçlü bir karakter. Altından kalkamayacağı hiçbir şey yok. Duruşu, tavrı var. Dobra, kafasının dikine giden bir kız. Çok sevdim. Çok oyuncu bir tip olduğu için oynamaya da müsait. Bazen saflığa yatıp bir tehlikeden kurtuluyor, bazen güçlü bir kadın gibi davranıyor. İnatçı olduğu yerler var. Soytarı gibi davrandığı zamanlar oluyor. Bu kadar renkli bir karakteri canlandırmak çok güzeldi.
Dağ evinde mobilya yapalım
İçindeki Martha Stewart hakkında…
Bir dağ evinde, sevdiklerimle yaşamayı çok isterim. Orada üreteyim, birkaç tavuğum olsun, köpeklerim olsun, bir bahçe olsun... Ama inzivaya çekilmek istediğim anlaşılmasın. Tam tersi. Devamlı üretmek istiyorum. Ahşapla ilgili projelerim var. Atölye kurmak, büyük makinelerle kesip oyarak ahşap tasarımlar, mobilyalar üretmek istiyorum. Ufak ufak yapmaya da başladım. Birlikte üretmeyi çok seviyorum. Bu dağ evi projesi de ona yönelik aslında. Birkaç arkadaş bir araya gelelim, aklımızdaki bir kısa film projesini konuşalım, çekelim hatta. Ya da hep birlikte bir masa yapalım. Böyle şeyleri çok seviyorum. Arkadaşlarımla her bir araya geldiğimizde senaryo yazarız, fotoğraf çekeriz. Geçenlerde mesela oturdum Dante’nin İlahi Komedya’sını açtım ve sesli okumaya başladım. Arkadaşlarımdan biri o sırada bilgisayarda bir şey yapıyor, biri başka bir şey yapıyor ve ben kitaptan bölümler okuyorum. O kadar güzeldi ki. Eminönü’nü çok seviyorum. Sürekli giderim alışveriş yapmak için. İlginç parçalar alırım. Ama orada satılan şeylere farklı gözle bakarım. Ben bunu nasıl kullanabilirim, diye düşünürüm. Mesela düğün malzemeleri satan bir dükkana girer, o malzemeleri incelerim. Ya da bir muşamba masa örtüsü alıp yere uygularım. Evi dekore etmeyi çok seviyorum. Boya badana işlerini kendim yaparım. Ama bir an önce bitsin diye bir derdim olmadığı için çok yavaşım. Mesela salonun kapısının arkasında aylardır bir boya kutusu duruyor. Kaldırmıyorum çünkü evde oldukça ufak ufak çalışıyorum. Arkadaşlarım “Müge yap, bitir de kurtul” diyor ama ben öyle seviyorum.
Bir kuzeyli kadar net
Norveç’in Volda kentinde Reklam ve Pazarlama okumuş. İçinde “Canım istemezse, annem arasa açmam” diyen bir İskandinav var.
Norveç’te tasarım okudum. Kuzeyin bende bıraktığı bir şey var. Çok netim. Karşımdakini kırmak pahasına, bir şeyi eğer yapmak istemiyorsam yapmıyorum. Telefonumu açmak istemiyorsam açmıyorum. Ama karşımdaki bana aynısını yapınca da saygı duyuyorum. Demek ki, diyorum, şu anda benimle konuşmak istemiyor. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Norveç’e ilk gittiğimde, insanlardan bir şey istemeyi hakkım sanırdım. Oysa onlarda öyle bir anlayış yok. Bir adamın bir tane kaşığı varsa, sen o adamdan onu isteyemezsin. Çünkü “Hayır” der, “Bana lazım” der. Biz kaşıksız kalma pahasına veririz kaşığımızı ve mağdur oluruz. Ben işte bunu yapmıyorum artık. İnsanlar bunu kabalık olarak algılayabilir ama ben böyleyim. Eğer istemezsem annemin telefonunu bile açmam.
Röportajın devamı GQ Türkiye Ocak sayısında