Kendini gerçekleştirebilmiş biri. Evet, bir proje gibi diyeceğim ama kelam samimiyetsiz kalacak. Aldığı eğitimden vardığı noktaya, tutkuları, merakları, yaşama bakış tarzı bir bütünlük içinde. Kendisine, evine, stiline, elini attığı ve yüzünün akıyla çıktığı onca işe baktığınızda gözünüze bir pürüz gelmiyor; nakışlı mor kadife kumaş üzerine astığı Sultan Abdülmecit portresinin altında hayat hikayesinden dem vururken kulağınıza çalınanlar ne detone, ne sürtone oluyor. Yılın Stil Sahibi Adamı Serdar Gülgün’e dair anlatacak çok şey var ama benim yerim dar.
Kışın İstanbul’u unuttuğu sabahlardan birinde, Çengelköy’deki ahşap köşkünde buluştuk Gülgün’le. Gülgün’ü dinlediğim ördek başı yeşili kadife sedirde benden önce Kate Moss da oturmuştu. Vogue Amerika’nın 2013 yılı Aralık sayısı için Mario Testino’nun Moss’u görüntülediği dört başı mamur karelerin birçoğu, Serdar Gülgün’ün Osmanlı adabını kendi gustosuyla yorumlayarak döşediği evinde çekildi; Vogue ekibi, köşkü, namı diğer Macar Feyzullah Paşa Köşkü’nü bir dekorasyon dergisinde görüp keşfetmiş. Tohumları, 16-17 yaşlarında antikacılarda volta atmasıyla ekilen Osmanlı sanatı ve koleksiyonerlik tutkusu, evin her köşesinden okunuyor; bir de tevazusu.
Gülgün, İstanbul Üniversitesi’nde İşletme okumuş. Fakat küçüklük yıllarında içine işleyen Osmanlı merakı hiç dinmemiş. Rahmetli annesi ona Osmanlı saraylarında kabuğunda mumla gezen kaplumbağaların hikayesini anlatmış. “Padişahların kaplumbağaları varmış, kaplumbağaların da terbiyecisi; Osman Hamdi’nin meşhur resmindeki gibi. Osmanlı’da padişah saraya bilmem ne memleketinden elçi çağırıyor ve o elçilerin yolunu sırtında mumla gezen kaplumbağalar aydınlatıyor. O elçi Fransa’ya, İngiltere’ye, efendime söyleyeyim Venedik’e rapor yazacaksa ne etkileyici bir şeydir bu! Kaplumbağa, eğitimi çok güç bir hayvan; köpek değil, maymun değil. Pek bir iletişim kurabildiğiniz bir hayvan da değil. Şayet bir kişi kaplumbağasını bile terbiye ettirebiliyorsa, bu nasıl bir iddia, nasıl bir sofistikelik göstergesidir.” Gülgün bakmış ki bu alev sönmüyor, kendi ifade ettiği üzere daha da samimi bir tabirle “canı tatlı çeker gibi bu bilgileri çekiyor”, Londra’da almış soluğu ve Osmanlı sanatı master’ı yapmış. “Ailem, eşim dostum geri tutmaya çalıştı. Zira bakmayın, bu işin şimdi bir pazarı var, o zamanlar yoktu. Bütün bir ömür pek de sevmediğim bir işi yapıp, işten artan üç saatte yırtınarak iyi vakit geçirmeye çalışacağıma, daha az imkanı olsun ama günüm iyi geçsin, diye düşündüm. Fakat bu tutkuyla, risk almaktan korkmadan işin içine dalınca, her şey de rast gitti.”
Londra’dan döndüğünde Çiğdem Simavi’yle KÜSAV Vakfı için düzenlediği sergilerden birinde Vitali Hakko ile tanışmış. Hakko, Gülgün’e kendisini tanıdığını ve yaptıklarını takip ettiğini, sergiyi gezdikten sonra da kendisine bir iş teklifinde bulunacağını söylemiş. “Hayattaki misyonumu vermiş kişidir Bay Hakko, çok enteresan. ‘Ben Osmanlı kumaşlarından döşeme kumaşı yapmak istiyorum’ dedi bana. ‘Akademisyenler bugünün dünyasından kopuklar; tasarımcılar tarihi bilmiyorlar. Sizin akademik bir yanınız var ama haliniz, tavrınız, giyiminiz kuşamınızla günün insanısınız. Ben size bir ekip kurayım, haftada bir gelin’ dedi. Ben de karşı çıktım, “Osmanlı sanatını bilirim ama tasarımdan anlamam” dedim. Dinlemedi. Annem derdi ki, küçükken banyoya girmeyeceğim diye ağlardın, girdikten sonra da çıkmayacağım diye ağlardın. Bakın bu karakterimi pek iyi özetler benim.”
1995 yılında Vakko için Osmanlı stilinde döşeme kumaşlar tasarlamaya başlayan Serdar Gülgün, bu görevine hâlâ devam ediyor. Macar porselen firması Herend için lale ve karanfilden Osmanlı çiçek desenleri tasarladı. Assouline için biri Kapalıçarşı’dan diğeri Osmanlı şıklığından dem vuran iki kitap yazdı. Louis Vuitton European Cities Guide kitap serisi için İstanbul’u da Gülgün kaleme aldı. Londra’daki British Museum’da Osmanlı mutfağından Osmanlı kumaşlarına farklı içeriklerde dersler veriyor. Sırtında mumuyla yolları aydınlatan kaplumbağalar ise Serdar Gülgün İstanbul markası adı altında antik bronz patinalı, gümüş kaplamalı olarak dekorasyonunu yaptığı köşkleri, yalıları süslüyor; dünyanın birçok yerinde satıştalar.
Gerek işinde, gerek evinde, gerek stilinde ‘-mış gibi’ yapan ve nereden kimden olduğunu bağıran şeyler Serdar Gülgün’e göre değil. Dekorasyonda parke gibi duran taş kullanmadığı gibi, üzerinde bir tokası olup o tokanın açılmadığı bir ayakkabıyı da satın almıyor. Osmanlı devrinde zanaatkarların büyük bir tevazuyla, Allah vergisi yetenekleriyle övünüp böbürlenmeden dokudukları sanat eseri gibi halılara imza atmamış olmalarına hayranlık duyuyor; üzerinde marka yazan, kaça satın alındığı belli olan giysilerden zerre hazzetmiyor. “Tasarım herhangi bir noktada sahtelik taşımamalı” diyor. “Bir yırtık denim pantolonu ele alalım. Bunu giyen erkek ‘Ben çok cool bir adamım’ diyor belki. ‘Artık siz düşünün, kim bilir neler yaptım da bu jean’i yırttım, dağlara çıktım indim, avlandım, motosiklete bindim; çok yönlü aktif yaşantımın izleri pantolonumda’ diyor belki de. Bunları yaptıysa yırtık pantolona varım ben. Fakat gidip de, o büyük lüks mağazanın rafından bunu seçip giydiyse, benim gözümde o sahte bir saat takmaktan farksızdır. Temelini zayıf bulurum. Ben yırtmadıysam giymem o pantolonu.”
Kişi, birileri gibi görünmek, bir aidiyet edinmek için bir stili benimsemek gayretindeyse, ona da var Gülgün. “O noktada da onu içselleştirmeye çalışmalı” diyor. “Modern bir intiba bırakmak adına bana evinizde suşi ikram ettiniz ama banyonuzdaki havlunuzun kenarı dantelli. İkisine de varım. Fakat sofrada suşi varsa ben banyoda da o minimallikte bir havlu beklerim; banyoda dantelli havlunuz varsa, ki ne ala, o vakit sofraya da layıkıyla yapılmış bir imam bayıldı yakışır. Bir stil, bir temsiliyettir bu. Bu bir insan için olduğu gibi, bir tasarım, bir mekan için de geçerli. İnandırıcılık, ağırlık, mesele bütüne yansıdığında mümkün.”
Takımlarını İstanbul’da yaşayan Eduardo isimli bir İtalyan terziye diktiriyor. Çoğunu Belgian Shoes’dan aldığı mokasenler ya da slipper dediğimiz terlik-ayakkabılardan giyiyor. Yaka iğnelerinden, desenli poşet mendillerinden, birçoğunun tasarımını yeğeni Begüm Khan’ın yaptığı muazzam bir koleksiyonu olan kol düğmelerinden ve kendisiyle aynı yaştaki 67 model Rolex saatinden vazgeçmiyor. Az ama öz, karakterli.
“Estetik seçimlerin, şıklığın entelektüel bir düzeyden gelmesi gerektiğine inanıyorum ben. Bana soruyorlar bazen, iyi dekorasyonun sırrı nedir, ya da şimdi siz soracaksınız belki de; iyi giyinmenin sırrı nedir? O noktada şöyle demek istiyorum: Ya bir alışverişe gitmeyin de bir nefes alın; bir-iki müzeye gidin, güzel bir-iki kitap okuyun, güzel birkaç film izleyin, güzel müzik dinleyin, bir çift enteresan insanla sohbet edin. Kafanızın içi şık olduğu noktada eliniz otomatik olarak şık şeylere gidecek. Bana öyle geliyor ki, içten dışa gitmesi gereken bir formül bu.”
Sonra üst üste attığı bacaklarını indiriyor ve “gerçek şıklık nedir mesela” diyor, “Sizi kimse görmediğinde de şık mısınız? Gidelim şimdi Bebek’e Nişantaşı’na, dışarıda herkes şık. Fakat ben merak ediyorum örneğin, nasıl bir sabunla yıkanıyor bu kişi? Sadece kendinin bildiği... Nasıl bir havluyla kurulanıyor sonra? Nasıl bir çarşafta yatıyor? Üstelik bakın bu karşılığı para olan bir mevzu da değil. Çoğu insan, çoğu zaman farkında bile değil neyle kurulandığının, neyin içinde yattığının... Yazık yahu. İnsan vaktinin çoğunu kendiyle geçiriyor.”
Serdar Gülgün’ü dinledikten sonra, mis gibi amber kokan evinden çıkıp Boğaz havası almak da iyi geliyor bana. Temiz havayı çek ciğerine, tuzu kokla, suya bak, göğe bak, martı dinle ve hatırla: “İnsan kendisiyle meşgul olmalı” gibi güzide bir laf etti Gülgün. “İnsanın en büyük projesi kendiyle meşguliyeti” dedi. “Başkalarıyla uğraşana kadar... İnsan kendisiyle baş başa en çok, en iyi arkadaşı kendisi. Hem kendine iyi bakamayan kimseye iyi bakamaz ki. Kendini kurtaramayan kimi kurtarır, kendini geliştiremeyen neyi geliştirir ki...”