Şerefine Çarli. Şee-re-fi-ne Çar-li, şe-re-fi-ne Çar-li diye devam ettirebilirsiniz tezahüratı. Yazıya başka türlü başlamak olmayacak çünkü. Charles Bukowski’yi, alkol almadan değilse de, alkol olmadan anlatmaya imkan ihtimal yok. İçki, 9 Mart günü ölümünün 20’nci senesini idrak edeceğimiz Bukowski’nin ölüm nedeni değil (lösemi almıştı onu aramızdan), kalemini batırdığı mürekkebiydi. Hem de ne bereketli bir mürekkep. İçkiyi yazmak için içiyordu Bukowski. Yazmaksa yaşamak için yapmayı bildiği en iyi şeydi. Bu kutsal üçlüyü bozmadığı, çok içip az yazmak, çok yazıp az içmek yerine hem içtiği hem yazdığı hem de dolu dolu yaşadığı için sevdik Bukowski’yi. Roman da yazdı, film senaryosu da. Allah hepimize böyle dolu dolu hayat nasip etsin.
Herkesin kendine göre nedenleri vardır ama ben sorumsuz bir hergele olduğu için sevmiştim Bukowski’yi. Lise birde Factotum’u okumuş, 20’lerinin başında leş gibi odalarda kendini yazar yapmaya çalışan Henry Chinaski’ye vurulmuştum. Solcu gençler olarak sevdiğimiz Zola, Gorki gibi aklı başında, saygıdeğer kişiliklerle hiçbir alakası yoktu Bukowski’nin. Kafasına göre yaşayan biriydi. Özgürlüğün yeryüzündeki noteri gibiydi. Halkı bilinçlendirmekten, kitleleri eğitmekten, aydınlanmadan filan söz eden kafa ütüleyici yazarlardan sonra Bukowski okumak, kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibiydi. Kafana göre yaşamak güzel şey be kardeşim, dedirtiyordu.
İçki ve özgürlük mevzularında ilerlemeden filmi biraz geri saralım. Bukowski’nin, biracıların memleketi Almanya’da 1920 senesinde doğduğunu hatırlayalım. Gerçek adının Heinrich Karl olduğunu (hani hiç tanımasak imparator filan zannedeceğiz), ailesinin o üç yaşındayken Baltimore’a geldiğini, Ekmek Arası kitabında anlattığına bakılırsa babasının dayakçı pisliğin teki olduğunu da. Adamın oğlunu döve döve içine kapanık birine dönüştürdüğünü, disleksiden mustarip kahramanımızın genç yaşta alkolle tanıştığını, yazar olmak üzere New York yollarını tuttuğunu bilelim ayrıca. Asker kaçağı olarak geziyor ortalıkta, yakayı ele veriyor, askerliğe elverişsiz raporunu aldıktan sonra hikayelerini satarak yaşamaya koyuluyor. Bakıyor kimsenin onu umursadığı yok, kendini iyice içkiye veriyor, kitaplarının kahramanı Henry Chinaski’yi de bu dönemki kendi halinin kurmaca hali olarak yaratıyor.
Kadınlar isimli şahane romanını hatırlayın. Kaç yaşında olursanız olun, okuyunca arkadaşınıza anlatmak isteyeceğiniz laflarla doludur. İçki içmenin garipliğini şöyle özetler mesela: “Başına kötü bir şey gelse unutmak için içiyorsun, iyi bir şey gelse kutlamak için, hiçbir şey gelmediğindeyse başına bir şeyler gelsin diye içiyorsun.” Bu örnekte de görüldüğü üzere Bukowski’nin “alıntılanabilme” seviyesi deyimler ve atasözleri sözlüğüne girecek derecede yüksektir. William S. Burroughs ya da Beat kuşağına mensup derbeder yazarlarda görmediğimiz bir özellik bu. Kafası güzel romanların en şahanelerinden Junkie’yi okurken, okuduğumuz şeyi, kafası güzel bir insanın düşüncelerine benzediği için severiz. Bukowski’nin alkolik kahramanlarınıysa bir akvaryumda yüzen balıklar gibi görebildiğimiz için. Rakı şişesindeki balıklar gibidirler diyelim de daha da netleşsin.
Kafadan gelen sesler
Temel Reis için ıspanak neyse Bukowski için de içki o. Ocak ayında yayınlanan, Olivia Laing imzalı The Trip to Echo Spring: On Writers and Drinking adlı kitap, Bukowski’nin de aralarında olduğu bu içer-yazar karakterlerin bir nevi şeceresini çıkarıyor. Laing kitabın ismini Tennessee Williams’ın Kızgın Damdaki Kedi oyunundaki bir sahneye referansla koymuş. “Echo spring” hem bir viski markası hem de içe içe yazan yazarların kafalarındaki seslerin geldiği “pınar”ın adı. “Gerekli miktarda alkol alınmasıyla geçici olarak ulaşılan bir sessizlik veya üzücü düşüncelerin ortadan kaldırılışı” diyerek özetlemiş durumu Laing. İçki içmeyi kişisel bir misyon haline getiren yazarların yeterince içtiklerinde bir şeyin “tık” ettiğini duyduklarını yazmış. Kafalarındaki tüm rahatsız edici sesler ortadan kalkıyormuş. Sonrası bir dizi şahane kitap...
Bukowski hiçbir zaman Laing’in kitabının kahramanları Hemingway, Cheever ve Carver gibi Amerikan edebiyatının yıldızlar kadrosunda yer almadı. Şimdilerde kitapları ve hayat hikayeleri filme çekilmek suretiyle baş tacı edilmekte olan Beat kuşağı yazarları gibi bir havaya da sahip değil. Olsun. Edebiyat tarihçilerinin “kirli edebiyat” diye tasnif ettiği türün bu en güzel abisinin kalbimizdeki yeri başka. James Franco’nun Ekmek Arası’ndan hareketle çektiği düşük bütçeli Bukowski filmi bu sene gösterime girdiğinde, varolmanın dayanılmaz hafifliğini Kundera’dan çok daha evvel keşfetmiş Bukowski belki moda bile olur birkaç gün. Ama sonra genç müşteriler hesap ister, kapıyı vurup çıkar ve biz barda tek başımıza kalırız. Şerefine Çarli!
Yazının tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Mart sayısında ve GQ Türkiye iPhone / iPad edisyonunda...