La casa de papel iki sezonluk bir mini dizi olarak İspanya’nın Antena 3 kanalında yayınlandığında, çoğumuz dizinin adını bile söylemekte zorlanıyorduk.
Ne zaman ki reytingler dibi gördü, dizinin yayın hayatı sona yaklaştı ve cevheri gören Netflix diziyi kataloğuna katıp yeni sezonları sipariş etti, işte o zaman hepimiz yeni bir dizi, o dizi de kendine bir gelecek kazandı. Unutmayın ki biz her zaman garibin yanında dururuz.
Sonrası… Sonrası malum. Netflix’in en çok izlenen dizilerinden biri oldu, Uluslararası Emmy’ler alındı, Neymar diziye konuk oldu, insanlar diziyi dublajlı izlemeyip oyuncuların kendi seslerini duyabilmek için İspanyolca öğrenmeye başladılar… Dizinin yapımcıları, kendi başarılarını anlattıkları “Money Heist: The Phenomenon” adında bir belgesel bile yapıp, tüm bu yükselişi taçlandırdılar.
Ve 2021, aylardan Eylül. Merak içinde beklediğimiz La casa de papel’in beşinci kısmının ilk kısmı… Hoş geldin hayatımıza. 5. sezon sonrası hislerime döneceğim ama önce aklımdaki soruya bir cevap arıyorum: Biz bu diziden nasıl ve neden kopamıyoruz?
Aslında araya reklamların girmediği, bir bölüm biter bitmez diğerini açabildiğimiz binge-watch deneyimi, hepimizin izleme alışkanlıklarını değiştirmenin yanında La casa de papel gibi birçok dizinin de kaderini yeniden yazdı, bir anlamda onları “kurtardı”. Daha odaklı izliyoruz, daha çok izliyoruz ve izledikçe daha çok konuşur oluyoruz. Bağımlı oluyoruz. Zaten efsaneler de böyle doğuyor.
Ama bu işin teknik boyutlarından. Bağımlılığımızın bir de çok daha görünür sebebi var. Dizinin yönetmenlerinden Jesús Colmenar, George Lucas’ın “Star Wars karakterlerinin neye benzediğini herkes bilir” sözünden hareket ettiğini ve bugün dizinin alametifarikasına dönüşmüş Dalí maskeleri ile kırmızı tulumların böyle doğduğunu söylüyor. Yani her şeyin bir sebebi var.
Dizi ayrıca bir şeyi daha çok iyi yapıyor: Tansiyonu her zaman yukarıda tutuyor. Amaçlarının bir melodram anlatmak değil, izleyiciyi eğlendirmek olduğunu iyi biliyor ve bankanın içi ve dışındaki gergin sahneleri kavgalarla, beklenmedik dönüşlerle, seks sahneleriyle örüyorlar. Günün sonunda ortaya nasıl başlayıp bittiğini anlamadığımız bölümler çıkıyor. Ya da çıkıyordu. En azından bence, 4. sezon itibariyle dizinin aşağı doğru eğrilen grafiği başlıyor. Yine de 4. ve 5. sezonun ilk kısmında, kopamamamızın başka cevapları da gizli olabilir.
La casa de papel, günler geçtikçe ve sezonlar ilerledikçe aslında tüm hikayelerinin 2 sezonluk olduğu ve -artık bu bilginin spoiler olduğunu düşünmüyorum- Berlin’in ölümü ve ekibin kaçışıyla biteceğini bariz şekilde belli etmeye başladı. Tutan her dizinin kaçınılmaz kaderinden onlar da nasiplerini aldılar ve elbette Netflix’in onlara sunduklarını kaçırmamak adına bitirmeleri gereken yerde bitirmediler. Hatta öyle ki, izlediğimiz ilk 2 sezonu merkeze alarak, diziyi devam ettirebilmek için hikayeye birer geçmiş ve gelecek eklediler.
Kendi döngülerinde sürekli başa sararak bizi bir şekilde ekran başına oturtmayı başardılar. Bu yönüyle başarılı olduklarını kabul edelim. Ama artık olay örgüsü tahmin edilebilir, Tokyo’nun anlatıcılığı giderek anlaşılmaz bir hal almaya başladı. Yine de bugün geriye dönüp bakıyorum ve diziden ilk kez ne zaman etkilendiğimi hatırlıyorum. Tam olarak aşağıdaki tanıtım videosuyla.
Cevabı da basit, çünkü içinde Berlin var. Çünkü biliyoruz ki ölen karakteri geri getirmek her zaman prim yapar. Ve La casa de papel bunu keşfettiği günden beri aynı primin peşinde. Alın size kopamama sebeplerimizden biri daha.
Dizinin yaratıcısı Álex Pina, El País’teki röportajında bizi çözdüğünü ortaya koyuyor: “90’lar ve 2000’lerde televizyonda çalışırken, izleyici ana karakterin ölmeyeceğini ve işler ne kadar kötü giderse gitsin durumu düzelteceğini bilirdi. Ama izleyicinin yaşadığı deneyim, işler kötüye gittiğinde çok daha iyi oluyor.” Evet haklı ama söz konusu La casa de papel olunca, sanki bu konuda bazı pürüzler var… Örneğin:
Suárez ve adamları daha önce 20 kez deneyip başarısız olduktan sonra bankaya girmek için yeniden izin alırlar…
Profesör yine her şeyi ama her şeyi önceden gördüğü planını anlatır ve her şey elbette plandaki gibi gerçekleşir…
Gandía hiçbir şartta kurşun geçirmez, ona batırılan iğneler işlemez, yaraları uzun sürmez…
Tüm bunlar, ne yazık ki dizi sürsün diye başvurulan ve bugün geldiğimiz noktada izleyiciye iyi bir deneyim vadettiğini düşünmediğim hamleler. Sonuçta La casa de papel öyle bir dizi ve İspanya Merkez Bankası öyle bir yer ki, tek göz odalarda çıkan sayısız çatışmaya rağmen, sezonlar boyu kimse ölmüyor. Elde var, kocaman bir toz bulutu. Ve tabii yeni sezonlar. Bir diziyi, sesini kapatıp izlediğinizde de anlayabiliyorsanız, o dizi iyidir derler. Ben artık La casa de papel’i hiç bakmadan bile anlayabiliyorum.
Yüzlerini gözlerini boyayan Suicide Squad kabilesi, Sierra’nın her sahnede taraf değiştirmesi, Gandía ile Tokyo’nun iğne deliğinden karşılıklı el bombaları geçirmeleri derken son sezonun ilk kısmı da geride kaldı, yukarıda yazdıklarım bende bıraktığı hislerle alakalı. Bilemiyorum, belki de ben çok takılıyorum. Ama yine de yeni sezonlarda yeni hikayeler izlemek hakkımız değil mi?
Bir yandan da bitmesine seviniyorum. Game of Thrones gibi iyi başlayıp kötü biten diziler kervanına katılmayacağına inanıyorum. Aralık’ta izleyeceğimiz son 5 bölümden, bugüne kadar izlediğimiz aynı tempoyu ve eğer mümkünse büyük sürprizlerle dolu bir final bekliyorum.
Her şeye rağmen şunu kabul etmek gerek ki, La casa de papel yayınlandığında, hepimiz onu konuşuyoruz, yine konuşacağız ve muhtemeldir ki diziyle vedalaşırken, dilimizde Bella Ciao ile birkaç damla gözyaşı bile dökeceğiz.