Şu sıralar kanlı korku filmleri, gişede resmen etin kemiğinden ayrıldığı bir dönem yaşıyor. Damien Leone’un zafer kazanan üçüncü filmi Terrifier 3, geçtiğimiz hafta sonu Joker: Folie à Deux’yu geride bırakarak bir numaraya yerleşti. Öte yandan Coralie Fargeat’nin mide kaldıran vücut korkusu filmi The Substance, 20 Eylül’de sinemalarda gösterime girmesinden bu yana Twitter’da en çok konuşulan yapımlardan biri haline geldi.
Yılın başlarında ise kanların havada uçuştuğu Alien devam filmi Romulus, 2012 yapımı Prometheus’un ardından serinin en yüksek gişe hasılatına ulaşan ikinci filmi oldu. Yine bu yıl, vahşetiyle öne çıkan slasher türündeki In a Violent Nature, Sundance Film Festivali’nde en çok dikkat çeken yapımlardan biriydi.
Peki, sinema salonlarında topluca yaşanan bu kan susuzluğunu ne tetikliyor? Belki de bu, korku filmlerinin genel olarak süregelen başarısını da açıklayan bir ilkeye dayanıyor. Vücut korkusu ve kan gövdeyi götüren sahnelerle dolu filmler, izleyiciler için bir tür toplu dayanıklılık testi işlevi görüyor. Pazarlama dâhileri de bunu çok iyi bildiği için, sinema salonlarında bayılan ya da kusan izleyici hikâyelerini (çoğu zaman abartılı da olsa) özellikle ön plana çıkararak bilet satışlarını artırmayı hedefliyor. Filme gidiyorsunuz, o sahte ama mide bulandırıcı şiddet karşısında koltuğunuzda kıvranıyorsunuz ve hala ayaktaysanız, anlatacak bir hikâyeniz oluyor. Eğlencesi de burada zaten — tabii eğer mideniz kaldırıyorsa.
Ama illa sinemaya gitmek de şart değil. Evde kendi kan banyonuzu kurabilir, splatterverse evrenine rahat koltuğunuzdan dalabilirsiniz. İşte kanlı korku sinemasına nereden başlayacağınıza dair önerilerimiz.
Yıl 1890’lar ve Kurt Russell, Vahşi Batı’daki sınır kasabasında görev yapan Şerif Franklin Hunt’ı canlandırıyor. Kasaba, vahşi ve akraba evliliği sonucu oluşmuş bir mağara topluluğu tarafından basılıp bazı sakinleri kaçırılınca, Hunt bir kurtarma timi kurar ve onları geri getirmek için dağlara doğru yola çıkar. Yol boyunca bazıları bu ilkel toplulukla girdikleri çatışmada hayatını kaybeder, kalanlar ise esir düşer.
En mide bulandırıcı an: Bone Tomahawk’ın bu listede yer almasının başlıca nedeni, şöhretini kazandığı o mide kaldırıcı sahnesi. Şerifin genç yardımcısı (Evan Jonigkeit’in canlandırdığı) vücudu boydan boya — evet, kasık bölgesinden başlayarak — adeta bir sosisli ekmeği gibi ikiye ayrılarak öldürülüyor. Evet, gerçekten de ölünecek en kötü yollardan biri.
George A. Romero’nun “…of the Dead” serisinin üçüncü halkası, Florida’daki yeraltı askeri üssünde geçiyor. Night of the Living Dead ve Dawn of the Dead’de gördüğümüz zombi salgınının ardından insanlık yok olmanın eşiğine gelir. Hayatta kalan küçük bir grup bilim insanı bu üste, ya tedavi geliştirmek ya da zombileri ehlileştirmenin bir yolunu bulmak için çalışmaktadır. Bu çabaların en uç örneği, Dr. Logan’ın (Richard Liberty) Bub (Sherman Howard) isimli zombiyi eğitmeye yönelik deneyleridir — Bub, insanlığından ufak bir kırıntıyı geri kazanmış gibidir. Bu bilim insanları, üsse yerleşmiş, Kaptan Rhodes’un (Joseph Pilato) başını çektiği kaba saba askerlerle sık sık karşı karşıya gelir. Gerginlik her geçen gün tırmanırken, Day of the Dead’in final perdesinde zombiler sığınağın savunmasını aşar.
En mide bulandırıcı an: Rhodes, Dr. Logan’ın Bub’un açlığını bastırmak için ölen askerlerin etini ona yedirdiğini öğrenir ve hiç düşünmeden Logan’ı infaz eder. Tam o sırada zombiler yeraltı üssüne sızar ve hayatta kalan askerleri çeşitli korkunç ve tüyler ürpertici şekillerde parçalamaya başlar. (Zavallı bir adamın kafası koparılırken çığlığı, ses telleri boynundan dışarı çekildikçe tizleşir.) Ama en beter ölüm, Rhodes’a nasip olur: Bub, intikam için onu vurur ve Rhodes, kendisini bekleyen zombilerin kollarına düşer. Ardından, kelimenin tam anlamıyla parça parça edilir.
The Lord of the Rings’ten önce — hatta 1994 yapımı Heavenly Creatures’tan bile önce — Peter Jackson, adını birkaç yaramaz korku-komedi filmiyle duyurmuştu.Bunların başında da, 1992 yapımı pratik efekt şovu Braindead (ya da bazı ülkelerdeki adıyla Dead Alive) gelir. Bu filmi tek kelimeyle tanımlarsak: delilik. Filmde yüzünü yırtarak çıkan bir zombi bebek, “Tanrı adına kıç tekmeleyen” bir rahip ve litrelerce kan var — öyle ki, Braindead sık sık “gelmiş geçmiş en kanlı film” unvanına aday gösterilir (kelimenin tam anlamıyla litrelerce).
En mide bulandırıcı an: Braindead baştan sona çizgi filmvari bir iğrençlik barındırıyor — zaten eğlencesi de burada. Ama hayranlar genellikle çim biçme makinesi sahnesini en unutulmaz an olarak gösterir: Kahramanımız Lionel (Timothy Balme), zombiye dönüşmüş parti misafirlerini motorlu bir çim biçme makinesiyle, evet, biçerek ortadan kaldırır.
Uzaklardaki bir Antarktika üssünde, bir grup araştırmacı, sadece onların kılığına girmekle kalmayıp aynı zamanda aralarına da karışabilen bir uzaylı istilacının saldırısına uğrar. John Carpenter’ın 80’lerin başındaki başyapıtı The Thing, gişede zorlanmış olsa da pek çok dönem taşıyıcısı korku filmi gibi hak ettiği ilgiyi zamanla — VHS kasetler aracılığıyla — buldu. Filmde Kurt Russell ve alev makinesi, şimdiye kadar hayal edebileceğiniz en mide bulandırıcı pratik yaratıklara karşı mücadele ediyor.
En mide bulandırıcı an: Araştırmacılardan biri, kalp krizi geçirdiği sanılan Norris’e (Charles Hallahan) defibrilatörle müdahale etmeye çalışır. Ancak Norris’in göğsü dev bir uzaylı çenesi gibi açılır ve adamın ellerini ısırarak koparır. Sonra Norris’in kafası yerinden ayrılır, bacak çıkarır ve karanlığa doğru yürüyerek uzaklaşır.
Korku filmi festivallerinde aldığı olumlu yorumlardan sonra merak edip izlediğim Tayvan yapımı The Sadness, gerçekten de sadece tür meraklılarına hitap eden nihilist ve kötücül bir iş. Film, Taipei’de baş gösteren bir salgının ardından insanların birbirlerine karşı sadistçe şiddet eylemleri gerçekleştirmeye başlamasını konu alıyor. Hikâye, kaosun ortasında birbirini bulmaya çalışan genç bir çifti (Berant Zhu’nun canlandırdığı Jim ve Regina Lei’nin Kat karakteri) takip ediyor.
En mide bulandırıcı an: Filmdeki en travmatik sahnelerden biri, enfekte olmuş birinin başka bir karakterin göz çukuruna cinsel saldırıda bulunması. Evet, olay tam olarak bu kadar ileri gidiyor.
Drew Goddard’ın eğlenceli ve metinlerarası korku filmi, tüm türün hem bir aşk mektubu hem de zekice bir taşlaması niteliğinde: Korku klişelerine, stereotiplere, ikonik karakterlere, maskotlara, kanlı ölümlere ve “final girl” mitine dair her şeyi bir araya getiriyor. Hikâye, hafta sonu tatili için isimsiz bir kulübeye giden bir grup Amerikalı üniversite öğrencisiyle başlıyor. Orada, cinayet makinesi yaratıklar tarafından tek tek katledilirler — ta ki hayatta kalan iki kişi, Dana (Kristen Connolly) ve Marty (Fran Kranz), bu kulübeye getirilmelerinin ardında gizemli bir amacın yattığını keşfedene dek: Hepsi, Dünya’nın derinliklerinde yaşayan dev tanrıları yatıştırmak için yapılan kurban töreninin bir parçasıdır.
En mide bulandırıcı an: Dana ve Marty, yerin altında korkunç yaratıklarla dolu gizli bir laboratuvar olduğunu öğrenince dehşete kapılır. Ve sonra o yaratıkları kafeslerinden serbest bırakırlar — yaratıklar da silahlı güvenlikleri ve savunmasız çalışanları paramparça eder.
Korku sinemasında “işkence pornosu” dendiğinde akla ilk gelen serilerden biri olan Saw, kana hızlıca doymak isteyenler için başvurulan ticari bir marka haline geldi. Filmleri birbirine bağlayan sözde bir hikâye var elbette, ancak esas mesele her zaman iğrençliğin dozunu artırmak: Her yeni tuzak, daha da vahşi ve kanlı efektlerle hazırlanmış birer dehşet vitrini gibi. İzleyici ise genelde parmaklarının arasından bakarak bu sahneleri izliyor.
En mide bulandırıcı an: Her filmden bir tuzağı seçmek mümkün, hepsi kendi içinde rahatsız edici. Ama benim aklıma en çok kazınan sahne, Saw IV’te bir karakterin kafasının iki dev buz bloğu arasında ezildiği an. Kafa, adeta bir üzüm tanesi gibi çıt diye patlıyor.
Coralie Fargeat’nin bağımsız korku hiti The Substance’ta, Demi Moore yaşlanmakta olan bir Hollywood yıldızını canlandırıyor. Karakteri, gençliğine geri dönme vaadiyle gizemli bir ilaç alıyor — ve evet, bu bir bakıma gerçekleşiyor: Alien filminden fırlamış gibi, sırtından Margaret Qualley’nin canlandırdığı genç bir versiyonu doğuyor. Filmin geri kalanı, bu iki benliğin giderek daha rahatsız edici bir hâl alan birlikte yaşama mücadelesini konu alıyor.
En mide bulandırıcı an: Film sadece bir ay önce vizyona girdiği için finalini bozmak istemeyiz ama şunu söyleyelim: The Substance’ın sonu, büyük ekranda görebileceğiniz en tiksindirici sahnelerden biri olabilir.
David Cronenberg’in bu klasiğinde Jeff Goldblum, kendini sineğe dönüştüren bilim insanı Seth Brundle’ı canlandırıyor. George Langelaan’ın kısa öyküsünden uyarlanan The Fly, Brundle’ın teleportasyonun sırrını çözmeye çalışırken bir deney sırasında kazara bir sinekle birleşmesini konu alıyor. Evet, kulağa biraz çılgınca geliyor — ama vücut korkusu dendiğinde akla ilk gelen isim Cronenberg olduğundan, bu listeye onun başka filmleri de rahatlıkla girebilirdi. Yine de The Fly, özellikle finaline doğru, Cronenberg sinemasının en mide bulandırıcı örneklerinden biri.
En mide bulandırıcı an: Bahsi geçen o final sahnesi. Jeff Goldblum’un yerini devasa bir yaratık alır: Brundlefly, yani insan ve sinek karışımı bir canavar. Asit kusar, deforme olmuş vücudu tüyler ürpertir ve kesinlikle partilerin aranan ismi değildir.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.