Rikkat Hanım, Adana'nın hatrı sayılır ailelerinden birinin kızıydı. Enfes bir sesi ve hayranlık uyandıran bir yeteneği vardı. Şanslıydı. Ailesi kızlarının hayaline engel olmamış, klasik Türk müziği eğitimi almasına müsaade etmişti. O dönemde birçok delikanlının talip olduğu bu zarif hanımefendi Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü yapan İsmail Hakkı Bey'le tanıştırıldı. İsmail Hakkı Bey, Birinci Dünya Savaşı sonrası Selanik'ten İstanbul'a göç etmiş, Mançozade isimli tanınmış bir ailenin ferdiydi.
Bu genç çift ailelerince de birbirlerine uygun görüldüler ve 1940 yılında evlendiler. İlk oğlunun adını Savaş koyan Rikkat Hanım, İkinci Dünya Savaşı'nın yaralarının sarılmaya çalışıldığı bir dönemde dünyaya getirdiği ikinci oğlunun adını Barış koymak için eşinden müsaade istedi. İsmail Hakkı Bey oğlunu kucağına aldı ve "Ne de güzel düşünmüşsünüz, adıyla büyüsün oğlumuz" diyerek gülümsedi. Barış bebek adıyla büyüdü. Müzisyen oldu, oyuncu oldu, televizyoncu oldu. Gezgin oldu, ressam oldu, koleksiyoner oldu. Söylenmeyeni söyledi, görülmeyi gösterdi, giyilmeyeni giydi.
İki yaşında henüz düzgün cümle kuramazken şarkılar söyleyen çocuk, 15 yaşında Kafadarlar isimli bir grup kurarak müzik hayatına başladı. Gençlerin en sevdiği rock'n'roll parçalarıın coverlarını yaparak okulda popüler olmanın peşindeydiler. Galatasaray Lisesi’ne başladığında artık müzik konusunda daha ciddi düşünüyordu. Harmoniler isimli grup kurdu ve ilk bestesi Dream Girl’e imza attı.
1959’un baharında babasını kaybedince Galatasaray Lisesinden ayrılıp Şişli Terakki Lisesi'ne geçti. Ama grubu ile olan bağını koparmadı. 1960 yılında ilk defa bir konserden para kazandı; 200 lira. Tamamıyla kız kardeşinin çok istediği o elbiseyi aldı. Eğitim için Belçika'ya gitme kararı 3 tane 45’lik çıkaracak kadar profesyonelleşen grubun dağılması anlamına geliyordu. Belçika Kraliyet Akademisi’nde resim, grafik ve iç mimarı eğitimini tamamladı. Sanatın her dalına yeteneği olduğunu keşvetmişti ama yüreğinden geçen melodilere hakim olamıyordu. Şarkı söylemesi lazımdı.
Fransa’ya gitti. Büyük konserler öncesinde sahneye çıkan küçük gruplarla sahneye çıkmaya başladı. Fransızlar, Fransız olmayan bir adamın kendi dillerinde şarkı söylemesine müsade edemeyecek kadar kibirliydi. Plaklarının çalınması yasaklanınca 1967 yılında memleketine döndü. Müzikten de, müziğini ülke sınırlarının ötesine taşıma hayalinden de vazgeçmeye niyeti yoktu. Gelir gelmez ilk işi Mahzar Alanson ve Fuat Güner ile birlikte Kaygısızlar grubunu kurmak oldu. Ağlama Değmez Hayat ile ilk altın plağını kazandı. Bu ödül sadece emeğinin takdiri değil, Avrupa’ya açılan kapının anahtarıydı. Plaklarını yasaklayan memleketin en gözde plak şirketlerini şarkılarını İngilizce olarak yayınlamayı teklif ettiler. Kabul etti. O günlerde onu Avrupa özentisi olmakla suçlayanlar, yıllar sonra dünyanın öbür ucunda, Japonya konserinde, 20 bin Japon’un Türk bayrağı çıkartıp sallamasını televizyonlarından gözyaşları içinde izleyecekti.
Müzik ilk aşkıydı. Ama ufku o kadar genişti ki, yetmiyordu. 1969 yılında Manço Prodüksiyon'u kurdu. İlk büyük işi Yılmaz Güney’in Umutsuzlar filmiydi. Filmin jeneriğini hazırladı. Televizyonculuğa merak sardı. Ama "küçük" bir engeli vardı; o dönemde Türkiye’de televizyon yoktu. Belçika’dan 3 tane kamera, reji masası ve sinema makinası getirdi. Kadıköy’de bir stüdyo satın aldı. Televizyon olmayan ülkede kendi TV stüdyosunu kurmuştu. Yayın yapamadı ama o stüdyoda, o aletleri kurcalaya kurcalaya televizyon yayıncılığını öğrendi. Hayallerinizi büyük tutun ki gözden kaçmasın diye tembihler hayalperestler. Onun da büyük bir hayali vardı. Bir televizyon programı yapmak istiyordu. Hatta adına bile karar vermişti: 7’den 77’ye...
1970 yılında Antalya'da verdiği bir konser sonrası "yabancı uyruklu müzisyen çalıştırmak" nedeniyle tutuklandı, mahkemeye çıkarıldı, ilk celsede serbest bırakıldı. Ama hayalleri yara almıştı bir kere. Belçika’ya geri döndü. Kendine dar gelen ülkesini terk eden ama memleket hasretiyle yanıp tutuşan adamın gitarından Dağlar Dağlar bestesi döküldü. Şarkı 700.000'den fazla satarak Barış Manço'ya Platin Plak Ödülü'nü kazandırdı.
Herşeye rağmen Avrupa’da var olabilmek kolay değildi. Tek başına başaramayacapını hissetti. Dönemin efsane müzik grubu Moğollor ile gücünü birleştirerek daha sağlam adımlarla yürümeye karar verdi. Manchomongol böyle doğdu. Yaptığı müziği canlı dinlemek isteyen sevenlerini kendinden yoksun bırakacak değildi. Anadolu turnesine çıktılar. Turne boyunca gittiği bazı şehirlerde uzun saçları nedeniyle tehditler alıyordu. Herkesin keyfi kaçmıştı ama yılmaya niyetleri yoktu. Kütahya’da iş çığrından çıktı. Otobüslerine dinamitli saldırı düzenlendi. Kimse yara almamıştı ama…
Manchomongol 1971 yılında dağıldı. 15 yaşından beri hep bir müzik grubu olan uzun saçlı adamın yeni grubunun adı Kurtalan Ekspres’i oldu. Bir Kıbrıs'a seyahati sırasında asker kaçağı olarak yakalandı. Belçika Kraliyet Akademisi diploması sayesinde yedek subaylık hakkı kazandı. Ölüm Allah’ın Emri şarkısını yayınladı ve askere gitti. O şarkı askere giden ve asker yolu bekleyen milyonlarca kişinin şarkısı olmuştu.
Kurtalan Ekspres onun dönüşünü beklemeye söz verdi. Beklediler de. Ama Barış Manço iyi değildi. Kariyerinin ilk ve tek sinema filmi Baba Bizi Eversene’nin setinde ağrıları oluyor, önemsemiyordu. Londra’da verdiği bir konser sonrasında bağırsağına yapışık bir tümör nedeniyle Belçika'da ameliyat oldu. Sağlık problemleri nedeniyle bir süreliğine müziği bırakmak zorunda kaldı.
Hayat ona adil davranmıştı. Aşık oldu. 1978’de Lale Çağlar ile evlendi. Lale Manço 23 senelik hayat arkadaşına iki güzel evlat armağan etti. İlerleyen günlerde mutlu birlikteliklerini iş hayatına da taşıyacaklar; Lale Manço eşinin çok sayıda programındaki yapımcılık ve yönetmenlik görevlerini başarıyla yürütecekti.
1979 yılında Yeni Bir Gün albümü ile müziğe geri döndü. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Aynalı Kemer, Hal Hal, Kara Sevda 80’lere damgasını vurdu. Gülpembe babaannesinin kokusunu özleyenlerin gözünde bir damla yaş bırakırdı. Kol Düğmeleri kaç sevgiliye "biz gibi" dedirtti. Can Bedenden Çıkmayınca ile ruhumuzu teslim ederdik. Ama onu en çok mutlu eden Arkadaşım Eşek, Domates Biber Patlıcan, Bugün Bayram, Nane Limon Kabuğu, Süper Babaanne şarkılarının çocukların dilinden düşmemesiydi. Bugüne kadar onun tarzında hiçbir sanatçı çocukların kalbinde bir yer edinmeyi başaramamıştı. O yaş grubunun yoğun sevgisi ve popülerliği sayesinde 80’lerin sonununda yıllardır hayalini kurduğu televizyon programını TRT’ye kabul ettirmeyi başardı.
TRT’yi yeni birşey yapmaya ikna etmek hiç de kolay olmamıştı. Çocuk ve aileye yönelik eğitici ve eğlendirici dünya belgeseli formatı ile bir ilke imza atılıyordu. Yıllar önce hayali kocaman kurulan program gerçek oldu. 7’den 77’ye; "Adam Olacak Çocuk" bölümü ile çocuklara, "Dönence" ve "Dere Tepe Türkiye" bölümleri ile yetişkinlere, "İkinci Kahvaltı" bölümü ile yaşlılara hitap edecekti. 378 bölümü deviren Barış Manço, Türk televizyonculuğunda bir rekoru kırdı. Bir nesil "Adam Olacak Çocuk" ile büyüdü. Pazar kahvaltılarının mutlulukla alakalı olmasının sebebiydi. 10 puan alabilmek için fırçaladık dişlerimizi, 10 puan alabilmek için bitirdik tabağımıza konulan ıspanağı. O neslin Barış Manço’nun oğullarına kocaman bir teşekkür borcu vardır; babalarını hiç tanımadıkları milyonlarca çocukla paylaştıkları için. Gerçekten de o yaşlardaki iki erkek çocuk için kahramanlarını ekranda başka çocuklarla böylesine içten ve şevkat dolu ilgilenirken görmek acı vericiydi. Küçük oğlu program başladığında televizyona sırtını döner, üç yaş büyük abisi de kendisini odasına kapatırdı.
1991 yılında ise Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı Ünvanı'na layık görüldü. Kraliyet nişanları da dahil olmak üzere aldığı çok sayıda ödül içinde, en çok bu ünvana layık görülmesinden haz duymuştu. Kariyeri boyunca Avrupa’da konser vermediği ülke kalmayan Barış Manço, 1995’de Japonya’da o meşhur turneyle kariyerinin sonlarına yaklaşıyordu. Müziğin kalitesinin azaldığı, özel televizyonların arttığı, reyting kavramının ortaya çıktığı günlerde müsadenizle çocuklar deme vakti geldiğini hissetti. Emekli olup balık tutacak değildi. 1998’de "Ekvatordan Kutuplar" isimli televizyon programı için beş kıtada 60 0bin kilometreye yakın yol kat etti, gezilmedik, görülmedik yer bırakmadı.
"Bir kişinin adı en son ne zaman telaffuz edilirse o gün ölmüş oluyor insan. Yani fizik olarak bu dünyayı terk etmek çok da önemli bir şey değil. Nasıl olsa günün birinde hepimiz terk edeceğimiz için ve milyarlar terk ettiği için... Ama adınız anılmadığı gün gerçek anlamda bu dünyayı terk etmiş oluyorsunuz." demişti bir keresinde. Haklıydı. 31 Ocak 2000’de saat 22:30’da Siyami Ersek Eğitim Araştırma Hastanesi’ne getirildiğinde kalbi durmuştu.
Ama hiç ölmedi...