Chris Hemsworth, Limitless’ta bir aksiyon yıldızı personasından farklı bir imajla karşımızda. Bedeninin sınırlarını zorlamanın ötesine geçen bu yolculuk, onun için aynı zamanda zihinsel ve duygusal bir yeniden doğuş süreci. “Artık bana daha derinden hitap eden şeylere değer veriyorum” diyor. Hayatın kırılganlığıyla yüzleştiği bu sezonda, hem izleyici hem de kendisi için yeni bir bilinç alanı da inşa ediyor.
Bugüne kadar onu çoğunlukla tek başına parlayan bir yıldız olarak izledik; Marvel evreninin merkezinde duran bir süper kahraman, global şöhreti sırtlayan bir aktör. Ancak Limitless bambaşka bir düzlemde ilerliyor. Chris ne kadar merkezde görünse de bu proje, bireysel bir gösteriden çok kolektif bir çabanın sonucu; dünyanın dört bir yanından bir araya gelen bilim insanları, yönetmenler, eğitmenler ve yapım ekipleriyle örülmüş dev bir kadronun eseri. Hemsworth röportaj esnasında bu konuda açıkça tüm ekibin hakkını veriyor, “Etrafımda bu kadar güçlü bir beyin takımı olduğu için gerçekten çok şanslıydım” diyor.
İkinci sezonun yaratım sürecine de doğrudan dahil olan Hemsworth, deneyimlerini “bir tür hızlandırılmış yaşam dersi” olarak tanımlıyor. Her bölüm, bilimsel araştırmalarla örülmüş, kişisel kırılmalarla test edilmiş bir deneyim alanı. “Hayatta hiçbir şey için tek bir çözüm yok. Her gün, her sorun için ayrı araçlara ihtiyacımız var, bazen seni yataktan kaldıran şey, ertesi gün işe yaramayabilir” derken, izleyiciye yalnızca belgesel niteliğinde kuru ve sıkıcı bilgi değil, sezgisel bir yaklaşım da sunuyor. İzleyenler dediğimi çok daha net anlayacak, Ed Sheeran’la sahneye çıktığı ânı anlatırken kullandığı şu cümle, bu yolculuğun duygusal boyutunu özetliyor aslında: “O an bir tür evrensel dua gibiydi. 70.000 kişi aynı anda, aynı duyguda birleşmişti. Hepsi bu şarkıyla bir bağ kurmuştu ve ben o ânın tam ortasındaydım.”
Chris’le sadece bilim, sağlık ve performans üzerine değil, aynı zamanda hayatla, zamanla ve kendisiyle kurduğu yeni ilişki üzerine de konuştuk. Limitless, sınırları aşmakla değil, onları anlamakla ilgili bir anlatı sunuyor. Bu sezonda, belki de en büyük keşif dış dünyada değil, aksine insanın kendi içinde ortaya çıkıyor. Ve bu keşfediş, sanılanın aksine tek başına değil; “biz” formuna girebilmekle mümkün.
Chris, seninle konuşmak gerçekten çok heyecan verici. Bilimi bu kadar sinematik, hatta seksi bir hâle getirdiğin için, sınırlarını bu kadar insani ve alçakgönüllü bir şekilde zorladığın için teşekkürler. Limitless’ta sevdiğim şeylerden biri, bilimi bu denli ciddiye alması. Her bölümün arkasında dünyanın dört bir yanından gelen uzmanlarla kurulu inanılmaz bir ekip var. Bu kadar güçlü bir “beyin takımı” seni süreç boyunca yönlendirirken neler hissettin?
Teşekkür ederim. Gerçekten minnettar olduğum şey, etrafımda toplanan bu ekipti; hem çekim ekibi, hem yapım şirketi, hem de her an ulaşılabilir olan uzmanlar. Okul yıllarımdan ya da eğitim aldığım dönemden, sağlık veya bilim üzerine pek fazla şey hatırlamıyorum açıkçası. Bu konularla ilgili o zamanlar büyük bir tartışma da yoktu zaten.
Bu yüzden, eğlenceli olmasının yanında eğitici de olabilecek bir şeyin parçası olmak bence harika. Bu sezon benim için sağlık, iyi yaşam, bilim ve uzun ömür üzerine yoğun bir hızlandırılmış kurs gibiydi. Üstelik bunu oldukça zorlu fiziksel ve duygusal bir yolculukla öğrendim. Bu açıdan gerçekten benzersizdi yaşadıklarım.
Bana neler kazandırdığı ve beni hangi soruları daha derinlemesine sormaya ittiği çok değerliydi. Soruna doğrudan yanıt vermem gerekirse: Etrafımda bu kadar güçlü bir “beyin takımı” olduğu için gerçekten çok şanslı hissediyorum. Benden çok daha entelektüel donanıma sahip insanlardan gelen bu bilgeliği almak harikaydı.
İlk sezondan bu yana birkaç yıl geçti ve Alzheimer’a yakalanma riskinle ilgili o aldığın uyarı ile yaşamına devam ediyorsun. Şu an bu konuya nasıl bakıyorsun?
Bunu ilk sezonda oldukça fazla konuştum. Bu, doğal olarak oldukça kişisel bir andı ve bunu kamusal olarak incelemek ve paylaşmak konusunda tereddüt yaşadım. Ama bundan çıkan şey, benim için neyin önemli olduğuna ve neye odaklanmam gerektiğine dair gerçek bir hatırlatma oldu. Bu hiçbir şekilde bir teşhis değildi; sadece bilişsel bir konuda artmış riske dair bir uyarıydı.
Ama tüm program, hatta bu sezon bile, hayatımda gerçekten neyin önemli olduğuna dair muhasebe yaptığım bir döneme denk geldi. Artık bana daha derinden hitap eden şeylere değer veriyorum. Tepkisel olmaktan ziyade, artık daha bilinçli bir yerdeyim. Sanırım çoğumuz, kırklı yaşlarımızdan önce bir tür bilgi ve deneyim toplama sürecinde oluyoruz: “Ben kimim?”, “Ben buyum, şu kimliğim...” derken, bir anda bu şeylerin aynı değere sahip olmadığını fark ediyorsun.
Ve önemli olan şey; kişisel ilişkilerimiz, insanlarla kurduğumuz bağlar, ne aldığımız değil ne verdiğimiz, ne kattığımız oluyor. Hayatın kırılganlığına dair bir farkındalık gelişiyor; hem çok güzel hem de çok trajik bir şey bu. Ama sana hiçbir şeyi hafife almaman gerektiğini hatırlatıyor. Artık ilişkilerimi daha derin bir yerden sahipleniyorum. Sevdiğim insanlarla geçirdiğim zamanın anlamlı olması gerekiyor. Eskisi gibi bilinçsizce işten işe koşmak, sürekli bir yarış içinde olmak istemiyorum. Bu süreç beni daha durgun, daha farkında, daha minnettar biri yaptı.
Üç bölümü de arka arkaya izledim. Gerçekten çok stresli, zaman zaman da korkunç görünüyordu. Özellikle ağrıyla başa çıkma bölümü gerçekten çok sertti. Bu programı çekerken eğlenebildin mi? Yoksa tamamen “odaklanmalıyım” modunda mıydın?
Evet, eğlendim. Gerçekten çok eğlendim. Bu biraz “amaçlı bir şekilde acı çekme” fikriyle ilgili sanırım. Tüm zorlukların nedenini anlıyordum; bir hedefi vardı, kişisel düzeyde anlamlı bir şeyle ilgiliydi ve bu benim için büyük bir motivasyondu. Evet, bazı anlar son derece stresli ve rahatsız ediciydi ama çoğu zaman en büyük dersler, rahat olan yoldan değil, o zorlayıcı alanlardan geliyor. Daha kolay olanı seçtiğin yerde o kadar da fazla şey öğrenmiyorsun. Bu yüzden konfor alanımın dışına atıldığım için minnettarım. Bu gerçekten yoğun bir deneyimdi.
Ayrıca Ed Sheeran’la, Parkway Drive’dan Ben Gordon’la ve birçok bilim insanıyla, derin düşünürlerle çalışmak inanılmaz eğlenceliydi. Uzun ömür araştırmalarında bir tür “deney fareliği” yapmak... Tekrar söylüyorum, çok şükrediyorum ki böyle bir şeyin parçası oldum.
İlk bölümde Ed Sheeran için davul çaldın ve şarkı bittiğinde seyircinin seni alkışlamasının seni ne kadar etkilediğini söyledin. Geri bildirim almak senin için önemli mi?
Evet, seyircinin desteğini hissetmek güzeldi, sahneden yuhalanmadan inmemek gerçekten rahatlatıcıydı! Ama geri bildirim... İlginç bir konu. Film setinde; tiyatroda ya da sahnede olduğu gibi anlık bir geri bildirim yok. Süreç boyunca hep bir tahmin içindesin. Sonra 12 ay sonra bir eleştiri okuyorsun, iyi ya da kötü. “Ah keşke bunu daha önce bilseydik” diyorsun.
Bu konuda Ed Sheeran’la çok konuştum. Bana dedi ki: “Bu hissi hiç yaşamadın. Şimdi sahneye çıkacaksın.” Ve beni sahneye çıkardı. Gerçekten beden dışı bir deneyimdi. O şarkıyı çalmak, o ânın kendisi... Hayatımda yaşadığım en özel, en derin şeylerden biriydi. Bu bir tür evrensel dua gibiydi. 70.000 kişi aynı anda, aynı duyguda birleşmişti. Hepsi bu şarkıyla bir bağ kurmuştu ve ben o ânın tam ortasındaydım. Yine söylüyorum: Ed’e bana böyle bir deneyim yaşattığı için çok minnettarım.
Tüm bu konuşmalardan sonra şunu sormak istiyorum: Sence film yıldızı mı olmak daha iyi, yoksa pop yıldızı mı? Ve bu yapımın yaşattığı bütünsel deneyimin seni daha iyi bir oyuncuya dönüştürdüğünü düşünüyor musun?
Bence hayatımızda ne kadar çok deneyim biriktirirsek, ne kadar fazla bilgi ve ilişki kurarsak, bunları karakterlerin içine o kadar çok katabiliyoruz. O yüzden, kesinlikle evet. 20 yıl önce çektiğim filmlere bakıyorum ve şöyle düşünüyorum: “Bu karakteri bugün çok farklı oynardım.” Eminim 20 yıl sonra yine aynı şeyi düşüneceğim. Bu biraz da alçakgönüllülükle ilgili. Sürekli yeni deneyimler, yeni ilişkiler aramak gerekiyor; farklı bakış açıları ve zorluklar sunan şeyler. Asıl gelişim orada oluyor.
Sorunun ilk kısmına dönersek eğer, kendi alanımda kalmaktan memnunum. Ama şunu da söylemeliyim: 70.000 kişinin önünde davul çalmak ve batırmamak bana öyle bir adrenalin, öyle bir mutluluk verdi ki... Gerçekten beden dışı bir deneyimdi. Uzun vadede bu hissin zihinsel sağlığımı nasıl etkileyebileceğinden bile emin değilim. Belki de fazla güçlü bir duyguydu. Ama müzisyen değilim, açıkçası o ânı biraz kandırarak geçtim. Ucu ucuna atlattım diyelim.
Her bölümde ne tür meydan okumalarla karşılaşacağını önceden biliyor muydun? Yoksa bazılarına tamamen hazırlıksız mı yakalandın? “Hayır, ben bunu yapmam,” dediğin bir an oldu mu hiç?
Evet, bu sezonun inşasında çok daha fazla rolüm vardı. İlk sezonda bana pek fazla bilgi verilmiyordu, birçok deneyimin içine çok az bilgiyle atılıyordum. Süreç içinde öğreniyordum. Bu kez daha çok “deneyimsel gazetecilik” gibi yaklaştık diyebiliriz.
Önüme birçok farklı konu koydular, bazıları bana kişisel olarak hitap etti, bazılarıysa sadece büyük bir merak uyandırdı. Bu yüzden, neye giriştiğimi büyük ölçüde biliyordum. Ed Sheeran bölümü hariç.
O bölümde final performansı, yani davul çaldığım sahne, çekimden 8–10 hafta sonra gerçekleşti. Bunu bana, oraya geldiğimde söylediler: “Sahneye çıkıyorsun ve bu enstrümanı çalacaksın.” Kameraların önünde haberim oldu. Ama diğer bölümleri hep birlikte planlayarak ilerledik.
Limitless’ı çekerken yapmak zorunda kaldığın en zor şey neydi?
Fiziksel olarak en zorlayıcı olanı, o lanet olası duvara tırmanmaktı. Yaklaşık 200 metreydi, yani 600 feet civarında. Tırmanıcı değilim. Biraz kaya tırmanışı geçmişim var ama bu tırmanış, sadece yaz aylarında açık olan bir rota ve biz kışın yaptık. Donuyordum. İlk 20–30 metreden sonra parmaklarımı hissetmiyordum. Kayalara adeta bir bebek fok gibi tutunarak çıkıyordum. Çok garipti. Yaklaşık 60 dakika sürdü ve bir noktada gerçekten saf korku hissettim, çünkü tamamen tükenmiştim.
Yarısına geldiğimde bedenim, zihnim “bırak” diye bağırıyordu. “Emniyet kemerim gevşedi” diye düşündüm. “Kayacağım... Başaramayacağım...” Zihnimde bu tür oyunlar dönüyordu. Sonra başka bir ses çıkıp, “Hayır, başaracaksın; zirveye vardığında nasıl hissedeceğini düşün” diyordu. Bu beni birkaç metre daha götürüyordu. Sonra duruyor, “Yapamayacağım” diyordum. Ve sonra zihnimde çok sert bir ses daha çıkıyordu: “Bunu yapamazsan yaşayacağın utancı düşün. Ne kadar zavallısın.” Bu şekilde, duygular arasında gidip geliyordum.
Hangi iç sesin beni o an ilerleteceğini, tırmanışın bir sonraki kısmına beni neyin taşıyacağını sürekli tartarak ilerliyordum. Ve bu bana şunu fark ettirdi: Hayatta hiçbir şey için tek çözüm yok. Her gün için ayrı araçlara ihtiyacımız var. Bazen seni yataktan kaldıran şey, ertesi gün işe yaramayabilir. Bu deneyim bu farkındalığı çok net verdi bana.
Zirveye ulaştığımda kalp atışım 220’den 150’ye düştü. Bu çok hızlı ve yoğun bir geçişti. Ama aynı zamanda “akış durumu” denen şeyi de yaşadım. Düşüncenin ötesine geçtiğin, tamamen içgüdülerinle hareket ettiğin bir durum... O akışla gerçeklik arasında gidip geldim sürekli. O yüzden soruna cevaben söyleyeyim: Evet, en zorlayıcı olanı oydu. Ama ondan öğrendiklerim de bir o kadar özeldi.
National Geographic’in Limitless: Live Better Now belgeselinin yeni sezonunu Disney+’ta izleyebilirsiniz.